Sadece iyi niyetin yeterli olmadığı, bilgili/yetenekli siyasi kadroların da yetişip üst kadroların oluşması ile, olağanüstü değerlere/yeteneklere sahip olsa da liderin üzerindeki yükün olumlu yönde paylaşımını ve ülke lehine daha fazla çalışmanın sağlanabileceği aşikardır.
“Siyaset en asil meslektir”. Bu deyiş; özünde yurtsever bir cumhuriyetçi olan 16.Y.Y. devlet ve fikir adamı Prens Niccolo Machivelli’ye ait. Eserleri bugün hala siyaset/devlet erbaplarının yakınında bulunan bu düşünür prens çoğunlukla iktidarı ele geçirmenin değil, daha çok onu elde tutma marifetleri ve devletin korunması ile ilgili tavsiyeleri ile bilinir. Onun bu girişimi kendisine bir yandan ilkesiz, entrikacı ve düzenbaz gibi yaftalamalar kazandırıyor diğer yandan da olması gereken ile olan arasındaki ince çizgiyi berraklaştırmayı başaran realist kimlik atfediyor. Nedense, bizim memlekette ismi geçtiğinde veya birisi kötülenmek istendiğinde etiketlenen ilk sıfatlar ile hatırlanır, dünyanın geri kalanında ise atfedilen ikici sıfat ile tanınır. Her ne olursa olsun siyaset mesleğinin asaleti ile ilgili tespiti doğru ve de olması gerekendir.
Bugün, ülkemizde siyaset erbabı için bu asil meslek mensubu sıfatı yaygın biçimde kullanılıyor mu? Maalesef evet denilemez. Tabii, bu durum için birçok neden mevcut. Herhalde başlangıçta bir siyasi örgüt haricindekilerin tamamı 1960 Askeri Darbesi neticesi darmaduman edildiklerinden örgütsel kurumsallaşma süreçleri tamamlanamadı, hep kesintiye uğratıldı ve ilk darbe sonrası A.B.D. Ankara Sefirinin merkezine gönderdiği bilgi notundaki “.. bu darbeyi gerçekleştiren ordu daha sonrada sivil siyaset üzerinde müdahalelerini sürdürebilir..” öngörüsü doğrulanmıştır. Jeopolitik siyasal tercihini yüz yıllar önce oluşturarak Batı istikametine yönelmiş köklü bir devletin yüzünü güneye çevirerek Mısır, Suriye ve Irak askeri darbelerini kendisine örnek alan üniformalı bürokratik oligarşisi “Sivilleşme/Normalleşme” dönemlerinde dahi siyasetten elini hiç çekmemiş. 1971 ve 1980’de ise siyasetin tepesindeki kendi avantajlı durumunu yeterli görmediğinde toplumuna darbeleri tekrar ederek, her seferinde yeniden doğmakta olan halkın siyasi örgütlerinin sürekli yok edilmesini metodik olarak sağlamıştır. Geçenlerde komşu Yunanistan seçimleri dolayısıyla 1967 askeri darbesi neticesi görevden indirilen Başbakan Miçotakis’in bir şekilde Çağlayangil marifetiyle Türkiye’ye getirilişi hatırlandı, fakat 1974 sonrası darbecilerin yargılandığı ve cezalandırıldığı ve askeri yetkililerin devlet memuruna dönüştürüldükleri pek hatırlanmıyor. Biz de ise bunca darbeye rağmen uzun yıllar askeri yetkililerimiz devlet adamı olarak kaldılar. Askeriye mensuplarına saygı duyulması ve de sevilmeleri tabii ki gerekli ve doğaldır fakat toplum düzenini kökten allak bullak edenlerin de yargılanıp hak ettikleri cezayı almalarını, adaletin yerini almasını beklemek de gerekli idi. Latin Amerika ülkeleri dahi darbecilerini yargılaması neticesi, bir nebze de olsa toplumlarını harici manipülasyonlardan belli bir dönem için kurtarabildiler. Bizler ise “Milli Adalet Aynamız”a her bakışımızda utancı görebiliriz. Maalesef 2016’ya kadar 56 yıl şark usulü bir ataletten sonra ancak karşı durma refleksi geliştirilebildi. Neticede; darbe girişimi akşamı zorla okutulan ve geçmişteki darbe bildirilerine benzer söylemin arkasında nasıl dini cemaat görünümündeki bir örgütün dahi en köklü görünen “Laik” kurumda ne denli etkili olabildiği ancak anlaşılabildi. Çok uzun yıllar 1980 darbecilerinin yazdırdığı Anayasamızı ve beraberindeki mevzuatı köklü bir şekilde inceleyip değiştiremedik. 1980 deyince çok şeyin yanı sıra aklıma geldi: 1984 yılında yurda bir dönüşümde babamızın, o nesil yetişmişleri tarafından Medrese i Yusufiye olarak adlandırılan hapishanede olduğunu öğrenmiş idim, (1980’de tahliyesi sonrası Türkeş Beyin vekilliğini üstlenmiş idi Savcı Nurettin Soyer tarafından hakkında suç duyurusunda bulunulmuş ve askeri mahkemede kendisini cezalandırmış) bunu biliyorduk da infazı bizleri üzmemek adına bildirmemişti, böyle huyları vardı. Daha önceleri DP mebusu ailemiz bireylerinin de mahpus yattığı Şile Kapalı Cezaevine gittim (İşte bu aziz memleketin vatandaşı olmanın dayanılmaz hafifliği de böyle bir şey olsa gerek!). Neyse, içeri aldılar küçük bir bahçede beni karşıladı, tabureyi gösterdi yanı başında kelli ferli bir bey ayakta duruyor idi, bu bey bana çay getirdi. Babam da yanımıza oturmasını söyleyip, işte Mehmet Şevki Eygi diye tanıştırdı. Sohbet esnasında bu nazik ve terbiyeli beyefendinin Fransız klasik ve çağdaş edebiyatı hakkındaki bilgileri, keza siyasi yorumları üst seviyede idi. Babamı biraz sabırsız hissettim, sonradan öğrendiğime göre hapishaneye kütüphane kurma çabasında imiş, koğuş komşusu, katil suçundan hükümlü marangoz Yaşar’ı imalatlar ile görevlendirmiş, Mehmet Şevki bey’in de “Hapishane Kütüphanesi Sorumlusu”! olmasını temin etmiş. Birkaç yıl önce, Sinan Uluant ve zarif eşi hanımefendi vasıtasıyla Kubbealtı Akademisi Vakfından suretleri gönderilen Mütefekkir Merhume Samiha Ayverdi Hanımefendi ile Nuri Eroğan mektuplaşmalarının dönem ile ilgili olanlarından Hapishane Kütüphanesi için eserlerin nasıl tedarik edilmiş olduğunu ve kuruluş hakkındaki de fikir teatilerini de öğrenmiş oldum. Bu kütüphane hala da hizmet ediyor. O gün oradan ayrılır iken, uzaktan bodur taburelerinin üzerinde oturan ve küçük cep defterlerini açmış çalışan iki derviş görünümlüyü görmüştüm. Dürüst, mütevazi, çok bilgili ve tabiatıyla çok çalışkan, filvaki siyasi görüşleri biraz farklı olsa da iki mahpusun hali ve zamanlar içinde tanıdığım babamızın yakın yol arkadaşları diğer muhteremlerde asil siyaset mesleğinin eski mensuplarını hatırlatır hep. Vesile ile Mehmet Şevket Eygi Beye rahmetler dilerim.
Çoğu darbe kanunları ve mevzuatlar uzun yıllarca pek değiştirilemedi, bilhassa da “Siyasi Partiler Kanunu” gibileri. Halbuki 80 öncesi uygulamada olan kanun gereği, seçimler öncesi parti örgütleri tarafından, resmi görevli gözlemciler denetiminde adaylarının belirlenmesi amacıyla “Ön Seçim” gerçekleştirilir ve nispeten demokratik bu yöntem vasıtasıyla da cüzi genel merkez kontenjanı haricindeki adaylar seçilerek listelerde yer alabilirlerdi. Eski devirlerde çokça kullanılan, bugün ise unutulmuş bir tabir olan lider sultası bir nebze de olsa dengelenebilir ve eleştirisel dahi olsa fikirlerin daha demokratik sunumu örgüt içerisinde temin edilirdi. Mesela geçen gün İngiltere Başbakanının partisi üyelerinin tamamının katıldığı bir oylama neticesi göreve getiriliş sistemine şahit olduk, her ülkenin kuralları kendisine göredir, evrensel olan ise demokratik usullerin yerleşmiş olmasıdır.
Durum böyle iken sadece “Tek Adam” uygulamalarını eleştirmenin temeli eksik kalır ve belki de şartların gerektirdiği konum nedeniyle bu kişi aynı zamanda hiç hak ettiğini düşünmediği yalnız adam durumuna da sürüklenmiş olabilir, kim bilir? Ayrıca sadece iyi niyetin yeterli olmadığı, bilgili/yetenekli siyasi kadroların da yetişip üst kadroların oluşması ile, olağanüstü değerlere/yeteneklere sahip olsa da liderin üzerindeki yükün olumlu yönde paylaşımını ve ülke lehine daha fazla çalışmanın sağlanabileceği aşikardır.
1960 öncesi Demokrat Parti kompozisyonu içerisinde, cenahın ya milli hassasiyetleri daha yoğun ve ya da dini hassasiyetleri daha yoğun olan kesimlerin her biri ortalama yüzde 5’ler oranında yer alırlar, bu da parti içi halkın talep ettiği doğal bir koalisyon idi ve darbe marifetiyle dağıtıldı. Turgut Özal da partisinde daha sentetik biçimde değişik cenahların tarafları ittifakını gerçekleştirmek istemiş idi. Böylece uzun yıllar geçti. Bugün koalisyon denildiği zaman her nedense sadece parlamenter sistemdeki hükümetler kompozisyonları hatırlanıyor. Son tahlilde; demokratik sistem işleyişinin temini için sadece bir yönetim rejiminin değişikliğinin yeterli olamayabileceği öngörülerek milletin temsilcilerinden beklenilen refleks; sorunlar temelini teşkil eden mevzuatların tamamının güncel demokratik icaplara ve adil hukuk temeli prensiplerine göre düzenlenmesidir.
Ancak, bütün bunlar gözden geçirildikten sonra bazı kurumlarımızın reforma mı yoksa restorasyona mı ihyacı olduğu tespit edilebilecektir. Bazı toplumsal araştırmalar sonuçları bugün yaşanılan uluslararası ve yerel sorunlara endişe veren yenilerinin eklenebileceğini gösteriyor. Mesela; lağvedilen Hilafet müessesesi sonrası oluşturulan Diyanet İşleri müessesesi ile ilgili sadece sayın başkanının bazı cenahlar tarafından haklı ve ya haksız eleştirilmesinin ötesinde bir durum söz konusu çünkü Türkiye’de din adamlarına güven neredeyse yarı yarıya düşmüş vaziyette, nedeni kültürel mi yoksa yapısal mı? Üç Orta Anadolu şehrinde boşanma oranlarının evlilik oranlarını geçtiği görülüyor. Akademilerden mezun olan gençlerin mutsuz olanlarının oranı çok yüksek. Türkiye’de kitap yayın oranları artmış görülse de nüfusa oranla kitap okuma oranları gittikçe düşmekte. 20 yaş gurubu ile 50 yaş gurubu arasında neredeyse iletişim olanağı kalmamış, aile içerisinde dahi bu yabancı bana ne diyor diye birbirlerine neredeyse anlamsızca bakıyorlar. Büyük şehirlere göç edip yerleşen ahalinin çoğunluğu mutsuz, haliyle şehrin yerlileri de. Mutluluğu sadece maddi varlıkta arayan kesim de hedefine eriştiğinde mutsuzluğun eşiğine ulaşmış görülüyor. En önemli hususlardan birisi de adalete hemen hemen hiç güven kalmadığının saptanmış olması. Keza siyasete güvende de ciddi düşüş söz konusu. Liste daha çok uzun ve cidden endişe verici boyutta, bir de bunlara siyasete yakın yerel kitlelerin ali olarak adlandırdığımız dini, milli ve sair umdeler arkasına konuşlanarak varlığa ihtirasla ulaşmayı amaçlayan kural tanımaz, yılmaz çabalarını eklediğimizde toplumun hali pür melali işte böyle, pek de iç açıcı görülmüyor.. Askeri darbe müellifleri bilgi eksikliğinden dolayı kendilerinden emin olamadıklarından zorla geldikleri yönetim mevkilerinde olası her sorun çözümü için sorunun büyümesini bekleyip ancak harekete geçebildiklerinden, istekle üstlendikleri görevlerinden 70-80 arası katliama varan olaylardan ve de Güneydoğu meselelerinde varılan merhaleden de sorumludurlar. Halbuki halkın seçtiği temsilciler hissiyatları, bilgi ve tecrübelerinden dolayı olayları önceden tespit ederek ve büyümeden toplumu rahatlatıcı önlemler alabilirler ve de “En Asil Meslek” mensubu olarak toplumun tebrikine mazhar olurlar!
P.S.: Tam, bu yazı bittiğinde Merhume Samiha Ayverdi Hanımefendinin Muhterem Kızı Nadide Uluant Hanımefendinin de Hakkın Rahmetine kavuştuğunu öğrendim. Merhumeye sonsuz rahmetler niyaz ediyor ve ailesine de sabır ve başsağlığı dileklerimi sunuyorum…