Dış politika yazan-çizen-düşünenler de bir süredir pek çok platformda yüzyıllık sürecin dönüm noktalarını özetlemeye, buraya nasıl geldik, nereden geldik sorularına cevap vermeye çalışıyorlar.
2023 Türkiye’nin Yüzyılı adından da anlaşılacağı gibi hem yüzyıllık deneyim açısından bir yıl dönümünü temsil ediyor hem de gelecek yüzyılında Türkiye’nin nasıl bir statü, güç ve tecrübe birikimi umduğu konusunda ip ucu veriyor. Dış politika yazan-çizen-düşünenler de bir süredir pek çok platformda yüzyıllık sürecin dönüm noktalarını özetlemeye, buraya nasıl geldik, nereden geldik sorularına cevap vermeye çalışıyorlar. Entelektüel merak doğrultusunda farklı başlıklar ön plana çıkartılabilir elbette ama bir de işin dış politika yapıcıları, yani Ankara boyutu var. Ankara, 2023’ün ilk yarısı beklenen- beklenmeyen gelişmelerle çok hızlı geçiriyor, buna rağmen Türkiye Yüzyılı anlatısında bazı başarı hikayeleri hiç önemini kaybetmedi ve Türkiye’nin yüzyıllık deneyiminden ikinci yüzyıla taşıyacağı mirası olarak ön plana çıkartılıyor. Bu nedenle son 1-2 aylık dönemde iki alanda da art arda birbirinden önemli gelişmeler yaşandı. Geçen haftaki yazımızda Akkuyu NGS’nin -Türkiye’nin fazla para harcamadan nükleer güç olmayı başarmasının- önemini yazmıştık. Karadeniz doğal gazının ekonomiye bulunduğu zamanda açıklanan takvim ile kazandırılmasını, Gabar’da bulunan petrol rezervini de listeye ekleyin. Aynı tarihlerde Türkiye, ilk çok amaçlı amfibi hücum gemisi TCG Anadolu’yu donanmaya teslim etti. Türk milli muharip uçağı, Kaan ve Türk jet uçağı, Hürjet İstikbalin Yüzyılı tanıtım programında bugüne kadar adı duyulan projeler olmaktan çıkıp halkın görebileceği somut araçlara dönüştü. Cenk ve Tayfun füzelerinin testlerinin yakın zamanda yapılacağı haberi basına düştü.
Kalkınma Değil, Stratejik Özerklik
Tüm bunlar, bir ideoloji inşası olarak görülüp, Ankara’ya yakınlığa göre övülüyor ya da eleştiriliyor. Oysa mesele ideolojik bir hikâye yaratmak için bir performans göstermekten çok daha derin. Türkiye, kalkınmacılığı hep sevdi, AKP iktidarlarının içinden geldiği Türk sağı geleneğinin de kalkınma, lig atlama, statü yükseltme kaygısını hep taşıdığını 1950’lerden beri süren tartışmalarda çok net görebiliriz. Kısaca, kendisini kalkınma ile ilişkilendiren siyasi hareketlerin bir söylem olarak Türkiye adına kanatlanıp uçmayı benimsemesi yeni değil. Fakat, bu iki sektörde bugün gelinen noktada tecrübe edilen başarı, uluslararası konjonktürün uygunluğu ile birleşince (Ukrayna Savaşının Batı savunma sanayi üreticileri üzerinde yarattığı baskı, sistemde alternatif kaynak, partner ve müşterilerin varlığı) Türkiye’nin uzun yıllar en çok cari açık verdiği bu iki önemli sektörde somut etki yaratacak adımlar atmasını sağlıyor. Yani gelinen noktada kabiliyetlerin sergilenmesi, halkın gözüne görünür hale getirilmesi gerçek bir mesaj içeriyor: bu alanlarda dış alımın azalması, ihracatın artırılması ve sağlanan istihdam olanakları Dünya’nın gidişatını hiç umursamasa bile hane halkı için önemli. Bu mesajla birlikte şunu da söylemeliyiz: bu başarı hikayeleri, enerji alanında yakalanan ivme ve Türk savunma sanayi, aynı zamanda Ankara ve sokaktaki sıradan insanın çıkar ve tercihlerinin birleşebildiğini gösteriyor.
Karar alıcılar, bu anlatıyı, performansı ve elde edilen somut çıktıları “kalkınmacı” söylemin altında da toplayabilirlerdi. Kalkınmacılığın, doğası gereği Batı, Batılılaşma retoriği ile iyi geçinen bir yönü de var. Bu yolu izlemek Ankara için, en azından eleştirileri geçiştirmek noktasında, daha kolay bir seçenek olabilirdi ama Ankara tüm bu stratejik adımları ayrı bir başlık, farklı ve iddialı bir yönelim altında toplama kararlılığını gösterdi. Biliyoruz ki Ankara, 2016 sonrası dönemde stratejik özerklik dediğimiz bir yönelimi savunuyor. Stratejik özerklik, yani Ankara’nın çıkarları ve tercihleriyle ilgili karar alma, harekete geçme özgürlüğünü elinde tutması ve bu özgürlüğü mümkün kılan güç aktarımı kabiliyetlerine sahip olması, fikri yeni bir fikir değil. Ancak bu fikri son yirmi yılda güçlendiren, son 10 yılda görünür hale getiren iki temel, birbiriyle ilişkili sebep var. Bunlar, müttefik ilişkilerinde yaşanan sorunlar ve Türkiye’nin daha etkili bir caydırıcılık anlayışına yönelmek istemesi.
Müttefikliğin Getirisi-Götürüsü
Soğuk Savaş sonrası Türkiye’nin Batı İttifakına çapalı kalması sadece güvenlik merkezli bir okuma ile anlaşılamaz. Ankara, bu işbirliğinden kazanç elde etmeyi, etkisini çevresinde artırabilecek çarpanları inşa etmeyi umuyordu. Ankara belirli kazanımlar elbette elde etti. Türkiye-AB ve Türkiye-ABD ilişkilerinde farklı farklı zorlukların yaşandığı da muhakkaktı ama Ankara bir süre Washington ve Brüksel’i birbirine karşı denge unsuru olarak kullanmayı da başardı. Ama bu kazanımlar ve Batı başkentleri arasında sürdürdüğü denge siyasetinin yeterli gelmediği, dahası Batı’nın bölge politikaları nedeniyle güvenlik riski ürettiği bir noktaya da gelindi. Bu noktada Türkiye’nin güvenliğini artırmaya yönelik zamanında tedbir alma arzusu Batı’nın kararsızlığına, dağınıklığına ve maliyet hesaplarına takıldı. Üstelik Brüksel’in stratejik güçsüzlüğü dolayısıyla kimlik ve ideoloji üzerinden siyaset yapma zorunluluğu AB’nin pragmatizmini, ABD’ye karşı bir denge unsuru olarak kullanılma şansını azalttı. Bu ortamda Türkiye özelikle Washington’un tehditlere karşı bir tür alan-dengeleme (zone-balancing) stratejisine de yöneldiğini fark ediyordu. Bu strateji, tehditleri karşılama kapasitesine sahip partnerlerle sahada hareket etme stratejisiydi. Sorumluluğu başkasına yükleme (buck-passing) stratejisine benzemekle beraber burada aslında tehdidi dengeleme gücünden ziyade Washington’un politikalarına ve çizdiği sınırlara bağlı kalmak açısından aktörlerin güçsüzlüklerine önem atfediliyordu. Baştan itibaren Batı güvenlik sisteminin içinde olan, Batılı aktörlerle beraber hareket etme tecrübesine sahip ve liberal ekonomiye bağlı Ankara için güçsüzlük üzerinden pazarlık yapmak zordu ve arzu edilen bir durum da değildi.
Karşılıklı Bağımlıktan Ceza Üretmek
Ayrıca, Ankara ABD ve Avrupalılarla Türkiye arasında kurulan karşılıklı bağımlıklar çerçevesinde ortaya çıkan bir pratikten son derece rahatsızdı. Bilindiği üzere karşılıklı bağımlılık sadece modern ekonominin bir getirisi değildir, aktörler bilinçli olarak kendilerini bir tür bağımlılık ilişkisine kapatırlar zira bu ilişki sürdüğü müddetçe birbirlerine karşı kuvvet ve zor kullanmayacaklarını bilirler. Oysa ambargo, programlardan çıkartma, yaptırım, satışa onay vermeme, satış sürecini uzatma gibi kararların Batılı başkentler tarafından Ankara’ya karşı bir cezalandırma mekanizması olarak kullanıldığı bir pratik ortaya çıktı ve karşılıklı bağımlılığın siyasi avantajını ortadan kaldırdı. Kısaca Ankara, müttefiklik ilişkilerinin kazanç getirisinin artan maliyetler üzerinden erimeye başladığını gördü. Bu elbette Ankara’yı müttefiklik bağlarını sorgulamaya götürebilirdi ancak kurumsal bağların işe yarar olabileceği fikrinden Ankara hiçbir zaman vaz geçmedi. Keza Batı güvenliğinin parçası olmayı ya da liberal ekonomide hareket eden bir aktör olmayı da hatta bu iki unsurdan enerji ve savunma sanayi alanında potansiyel müşteriler beklemeyi de hiç bırakmadı. Dolayısıyla, Ankara müttefiklik ilişkilerine son vermeden bir maliyet kontrol aracı olarak stratejik özerklik fikrine ve kapasite inşasına yöneldi.
Yola Devam…
Kapasitenin, bir güç aktarımı kapasitesi olduğu ve Türkiye’yi kendisine yönelik tehditleri sınır ötesinde durdurma ve caydırma gücü verdiğini görüyoruz. Bu Ankara’ya karşı istikrarsızlaştırıcı unsurları kullanmanın maliyetini elbette yükseltti. Savunma sanayinin yanında sürdürülebilir enerji kaynakları çeşitlendirmesi üzerinden maliyetin kontrolü Ankara’nın caydırıcılığının maliyetini de oldukça düşürebilir. Türkiye’nin insan kaynağı ve teçhizatın millileşmesi konusunda bir sorun yaşamadığını biliyoruz. Eğer enerjide sürdürülebilirliği uygun fiyatlar üzerinden garanti altına alırsa o zaman stratejik özerkliğin sadece zarar kontrolü ve caydırıcılık sağlamadığını, Ankara’ya stratejik çevresini kontrol edebilecek bir güç verdiğini görebiliriz. Ayrıca Ukrayna Savaşı gibi kriz dönemlerinde stratejik özerklik ve taraflardan bağımsız hareket edebilme durumunun siyasi getirileri olabileceğini ve sistem açısından işlevsel ve sistemi istikrarlaştırıcı bir unsura dönüşebileceği görüldü. Bu yüzden Türkiye’nin stratejik özerkliği Batı sisteminin de dahil olduğu liberal küresel sistem için rahatsız edici bir unsur olmayacaktır. Yola devam demek için başka bir tabloya ihtiyaç var mı?