Yukarıdaki başlık hemen tepki çekecektir. "Hocam, ayranımız yok içmeye! Biz kim, Batı'ya alternatif olmak kim?" diye itirazlar yükselecektir.

Doğrudur, bugünkü şartlarda, önceliğimiz sadece kendi varlığımızı ve bağımsızlığımızı korumak olmalıdır. Gücümüz de ancak buna yetecektir. Fakat biliniz ki, dünyadaki egemen güçler de, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde tam da bu bakış açısının hâkim olmasını istemektedirler. Çünkü Batı’nın küresel egemenliği bir illüzyona dayanmaktadır: Bizim gibi ülkelerde “Batı çok güçlü, aman şimşekleri üstümüze çekmeyelim!” algısı, aslında Batı’nın güçsüzlüğünü örtmeye yaramaktadır.

Cuma günkü yazımda, Türkiye’de maalesef sömürgeci ve emperyalist Batı’nın dayattığı “kalkınma eşittir büyüme” argümanının halâ daha geçerli olduğunu söylemiş ve Batı’ya alternatif bir değer ve normlar kümesine dayanan Türk uygarlığının Batı’ya karşı bu kadar edilgen kalmasının trajik olduğunu belirtmiştim. Bu bahsettiğim edilgenlik sadece iktisat teorisinde değil, hemen hemen her konuda geçerlidir.

“Abi, bizden adam olmaz!” “Bak, gâvur nasıl da yapmış!” “Suriye’ye müdahaleye ABD izin vermez.” “Fırsatını bulduğunuz gibi Avrupa’ya kapağı atın. Burada artık yaşanmaz oldu!” Güzel memleketimin işsiz güçsüz insanlarının yığıldığı kahvehanelerimizde bu ve benzeri klişe lafları sürekli duyarsınız. Haklılık payları da yok değil, tabiî. Ancak, biz Türklerin tarihi olarak temsil ettiğimiz normlar ve değerler, o değerlere dayalı uygarlık Batı uygarlığına bir alternatifi de temsil etmektedir. Bizim problemimiz, her şeyden önce değerlerimizi kaybetmiş olmamız ve kaybedilen değerlerin yerine de Batılı değer yargılarını Japon yapıştırıcısıyla yapıştırmamızdır. Batı’ya karşı hepimizin içinde yerleşik olan aşağılık kompleksi ve bunun telafi mekanizması olarak ortaya çıkan üstünlük kompleksi, aslında bizim kendi değerlerimize dayalı bir dünya ideali peşinde olmamızı engelleyen en büyük etkendir.

Bu yazıda ve daha sonraki cuma günkü yazımda Batı uygarlığı ve Türk uygarlığının dayandığı temeller çerçevesinde bir karşılaştırma yapacağım. Buna bağlı olarak Türk toplumunda Batı’nın emperyalizm ve sömürgecilik temelinde kurduğu sistemin içinde bir müttefik olarak yer almamızın mı, yoksa İsmet Paşa’nın dediği gibi “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye’de içinde yer alır!” dememizin mi daha doğru olacağını tartışacağım. İçinde bulunduğumuz sıkıntı ve sorunların kendi kültür ve uygarlığımızdan değil, aksine onlara yabancılaştığımızdan kaynaklandığını vurgulayacağım. O zaman başlayalım.

BATI UYGARLIĞININ TEMEL DEĞERLERİ

Batı uygarlığı denince, aklımıza hemen Batı Avrupa gelmektedir. Ancak “Batı kavramı” sadece Batı Avrupa’yı değil Amerika kıtasını ve Japonya’yı da kapsamaktadır. Bunun sebebi Batı uygarlığının özünde Avrupa menşeli veya Avrupa’yla özdeşleştirilen sosyal normlar, ahlaki değerler, gelenek ve görenekler, inanç sistemleri ve üretim ve yaşam tarzlarından oluşan bir birikimi olmasıdır. Burada Avrupa kelimesi Avrupa ülkeleri ile göç, sömürge ve kültürel asimilasyon sebebi ile Avrupa ülkeleri ile kuvvetli toplumsal ve tarihsel bağı olan ülkeleri de içerir. Batı uygarlığının hayatlarımıza değdiği somut örnek ise kurulu iktisadi ve siyasi düzen olmaktadır. Tabiî ki, Batı Dünyası kavramı içinde birbirinden çok farklı kültürler ve uygarlıklar da bulunmaktadır. Ancak bugün hâkim olan dünya düzeni içinde bütün bu farklılıkları bir araya getirecek temel ortak değerler de vardır. Bunlar, benim kanaatimce şöyle sıralanabilir: Bireycilik, rekabetçilik, güç ve servet birikiminin kutsanması, eşitsizliktir. Bu temel değerlerin karşıtları da ortaklaşacılık/kolektivizm, iş birliği ve/veya dayanışmacılık, adaletin ve paylaşımın kutsanması ve eşitlikçi bir toplum idealidir. İsterseniz Batı’nın uygarlığını dayandırdığı bu temel değerler üzerinde biraz duralım.

Bireycilik

Bireycilik en genel ifade ile insan bireyinin ahlaki değerini ve önemini vurgulayan bir ahlaki duruş, siyasi felsefe veya ideolojiye verilen addır. Bireyciler her şeyden önce bir kimsenin hedef ve arzularına kendi çabasıyla ulaşmasını teşvik eder ve insan bireyinin kendi ayakları üzerinde durmasına ve bağımsızlığına öncelik verirler. Bu yüzden bireyciler bireyin faydalarını devletin veya belli bir sosyal grubun (dini/ mezhebi, etnik gruplar ve benzeri, DMD) faydasına nispetle öncelik taşıdığını savunur ve bireyin karar ve davranışları üzerinde devletin, toplumun veya topluluklardan birinin dışsal müdahalesine karşı çıkarlar.

Batı uygarlığının kurum, gelenek ve normlarının dayandığı en temel kavram Bireyciliktir. Bireycilik iktisadi anlamda özel mülkiyete dayalı bir iktisadi yapıyı, bununla birlikte girişim, düşünce ve inanç özgürlüklerini de içerir. Bu demek değildir ki, Batı tarihinde herkes mutlak anlamda bireyciliği savunmaktadır. Ancak Batı tarihinin genel akışına bakıldığında toplumsal yapılanma ve örgütlenme bu bireycilik ilkesinin giderek kuvvetlenmesi ve belirleyicilik kazanması ile tanımlıdır. Bugün egemen iktisat anlayışı da, bencil ve çıkarcı bireylerin varlığını temel alır. Bütün iktisadi olguları da akılcı karar alan bencil ve çıkarcı bireyler üstüne kurar.

Bireyciler için bireyin kendi ayakları üstünde durması önceliklidir. Bu yüzden aile kurumu, gelenek ve görenekler ve tabiî ki devletin birey üzerindeki baskısını en aza indirmeye çalışırlar.

Rekabetçilik

Rekabet birden fazla rakibin bir ödül uğrunda yarışması ve sadece bir tarafın bu ödüle ulaştığı diğerlerinin kaybettiği bir süreci ifade eder. Yani birinin kazancı öbürünün kaybıdır. Daha genel ifade ile iki veya daha fazla taraf (hayvanlar, organizmalar, bireyler sosyal gruplar ve benzeri, DMD) arasında itibar, liderlik, kâr ve tanınma amacıyla gerçekleştirilen yarışmadır. Batı uygarlığının ürünü olan egemen iktisat anlayışı iktisadi ve toplumsal gelişmenin temelinde rekabetin olduğunu savunur. Rekabet başarısız olanların tasfiye edilmesini ve toplumun en başarılı ve verimli olan birey ve kurumlardan oluşasını sağlar. Toplumun ve ekonominin gelişimi, kaynak ve gelir dağılımında adalet hep rekabetle sağlanır. Rekabetin şiarı ise “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir!” ifadesidir.

Rekabetçilik toplumun her alanında rekabetin öne çıkmasını, zayıfların ve başarısızların tasfiyesini amaçlar. Bu anlamda bireycilikle örtüşür. Rekabetçi bir toplumda paylaşım, dayanışma ve diğerkâmlık (başkasının iyiliği için çabalama, DMD) mümkün olmaz. Güçlü olan yaşar, zayıf olan ölür. Evrim teorisinin çıkış noktası, ırkçı toplumsal siyasetlerin temel hareket noktası yine rekabetçiliktir.

Gerek bireycilik gerekse de rekabetçilik eşitsizliği doğal kabul eder ve toplumun gelişmesi için zayıfların tasfiyesini, dolayısıyla, güç, itibar ve servetin belli ellerde toplanmasını doğal bir amaç olarak görür. Bireycilik ve rekabetçilik insanların birlikte ortak fayda ve menfaatlere sahip olamayacağı ve bu yüzden de birlikte eş güdüm içinde çalışmalarının akılcı olmadığı yaklaşımı içindedirler. Ehh, bu görüşler de güç ve servet birikiminin kutsanmasını doğal hale getirir. Keza sistem eşitsizliğe dayanır, eşitsizlikten güç alır ve yeni eşitsizlikler doğurur.

Pekiyi biz bunun bir parçası mı olmak istiyoruz? Yoksa bizim unuttuğumuz uygarlığımızın temelleri bu fikirlerin karşıtlarına mı dayanmaktaydı? Bu da bir sonraki yazıya kalsın.