​Özdemir: Toplumu yönetenlerin yasakları ve paternelist (ataerkil, babavari) tutumları arttıkça, toplumu oluşturan bireylerin öz denetimi azalır. Kendini kontrol etmeye çalışmayan, vicdan duygusunu geliştirmemiş, içselleştirmemiş, her durumda otoriteye ihtiyaç duyan, sürü psikolojisiyle davrananların sayısı giderek çoğalır.

‘Türk toplumu ergenlik döneminde’ diyorsunuz nedir bunun açılımı?

Ergenlik dönemi kişinin hayatının kontrolünü ele almak için yeterli bilgi ve donanıma kavuşmaya başladığı ama hala ebeveyn otoritesinin baskısı altında kaldığı bir geçiş dönemidir. Kişi bazı kararlar almaya, kendi vicdani yargılarına göre davranmaya ve sonuçlarını yaşamaya başladıkça erişkinleşir ve yaşamının kontrolünü eline alır. Tabular, dogmalar, yasaklar duvarının yüksek olduğu toplumlarda kişiler kendi vicdan denetimlerini devreye sokmazlar. Beklerler ki hep birisi ne yapılacağına karar versin ve sorumluluğu üstlensin. Toplumu yönetenlerin yasakları ve paternelist (ataerkil, babavari) tutumları arttıkça, toplumu oluşturan bireylerin öz denetimi azalır. Kendini kontrol etmeye çalışmayan, vicdan duygusunu geliştirmemiş, içselleştirmemiş, her durumda otoriteye ihtiyaç duyan, sürü psikolojisiyle davrananların sayısı giderek çoğalır. Normallerin yasak olduğu ülkelerde anormal olanda çözüm arayanların oranı maalesef artar.

Orta ergenlik dönemi.. Çok tartışılıyor.. Aileler nasıl bir tavır takınmalı? Nasıl davranmalı?

Bu dönem psikolojik olarak “ben” kavramının çok ön plana çıktığı bir dönemdir. Her geçiş döneminin bir temel çatışması, çözülmesi gereken krizi ve ulaşılması gereken hedefi vardır. Bu dönemdeki temel çatışma bağımsızlık ve bağlılık duygusu arasında sıkışmışlıktır. Ergen, birey olma mücadelesini başlatır. Ilk hedef ebeveynlerdir.

Anne-baba ister eğitimli, ister eğitimsiz olsun hiçbir şey bilmediklerine ve ona engel olduklarına inanmaktadır. Arkadaş herşeydir. Ailenin değeri düşerken, arkadaşların hele de ailenin uygunsuz bulduğu arkadaşların değeri gittikçe artar. Ödevlerini yapmak, sorumluluklarını yerine getirmek sıkıntı yaratır. Okuldan geldikten bir kaç dakika sonra bile arkadaşlarıyla 3-4 saat telefonda konuşabilir.

Arkadaşları tarafından kabul görmek, bir gruba ait olmak ergenin en büyük arzusudur. Eğer gruptaki arkadaşları sigara içiyor, alkol- madde kullanıyor ise o da bu maddelere yönelebilir. Gelişigüzel cinsel ilişkiler grupta yaşanıyor ise o da sadece grup tarafından kabul görmek için bu tarz ilişkilere yönelebilir. Uzun dönem sonuçlarını düşünmeden pek çok şeyi göze alabildiği için bu dönem son derece riskli bir dönemdir.

Çocuğun yer alacağı ortamların bu yaşlar gelmeden doğru seçilmesi, alkol-madde kullanımı, cinsellik, sakınılması gereken durumlar ile ilgili bilgilerin 9-10 yaşından itibaren verilmiş olması çok önem kazanır. Bu dönem aynı zamanda ergenin yaşam felsefesini, değer yargılarını, dini ve ahlaki değerlerini sorgulama dönemidir. Bu sorgulama döneminde ergen için belirleyici olan içinde yaşadığı kültür ve arkadaş ilişkileridir.

Bu dönemin sonunda ulaşılması gereken nokta güven ve kabuldür. Güven hem kendine güvenme, hem güvenilir biri olma yönünde gelişmelidir. Anne- babanın çocuğa gösterdiği saygı ve onu kabullenme biçimi ise, onun hem kendine hem de topluma karşı tutumunu belirler. Kendine güveni ve saygısı anne-baba ile olan ilişkisinden aldıklarıyla şekillenir. Eğer anne baba ergene “Sen değerlisin ve biz senin yanındayız” mesajı veriyor ise ergenin kendisine olan saygısı olumlu bir şekilde gelişir.

Tabii her zaman bir gül bahçesi içinde yaşayamıyoruz. Hele de bu yaşlarda çocuklarımız varsa. Bazen ergenler o kadar kışkırtıcı ve kızgınlık uyandıracak şekilde davranabilirlerki, anne- baba istemeden de olsa öfkesini denetleyemez ve ona “sen bir işe yaramazsın” mesajı verebilirler. İşte ergen çocuğu olan bir ebeveyn tarafından yapılmaması gereken en önemli şey öfke kontrolünün kaybıdır. Kendisiyle ilgili bu mesajı alan ergen hem ailesine hem de arkadaşlarına kendini kanıtlamak için olumsuz davranışlarda bulunabilir ya da uygun olmayan alışkanlıklar edinebilir.

Ne erişkin, ne çocuk, hem erişkin hem çocuk olunan bu dönemde ebeveynin en önemli rolü dalgalı denizde, dalgaya kapılmadan dimdik duran bir kaya parçası, tutunacak bir dal, sığınacak bir liman olabilmektir. Çocuğunuz size sorunlarını anlatabilecek bir mesafede kalabiliyorsa, ne mutlu. Ergen için önemli olan başı derde girdiğinde ya da bir sıkıntısı olduğunda anlaşılma ve yardım alma ihtiyacıdır. Aileler bu dönemde ergenin ihtiyacına, gelişimine göre kendilerini yenilemeliler. Ailesi tarafından fikirlerine saygı duyulan ve kabul gören çocuklar çatışmalarını sağlıklı bir şekilde çözebilir ve daha sağlıklı bir kimlik geliştirebilirler.

“Ben deli miyim ne işim var psikiyatristte?”

Kim ya da kimler danışmanlık almalı?

“Niye psikiyatriste gidelimki, biz çözemiyoruz da o mu çözecek?”;

“Gidip de tanımadığım bir insana özel hayatımı ne diye açacakmışım” diye düşünerek psikiyatriste gitmeye karşı olan birçok kişi var elbette. Hepimizin zaman zaman kaygıları, mutsuzlukları, uykusuzlukları, takıntıları, başkalarına saçma ya da anlamsız gelen düşünceleri olabilir. Hepimiz hemen psikiyatristlere koşup tedavi almaya mı başlamalıyız? Elbette hayır. Öncelikle sorunlarımızı çeşitli açılardan görmeye, çözmeye çalışmalıyız. Kendimize biraz zaman tanımalıyız. Ancak ne zamanki varolan düşünce ve davranışlar günlük hayatımızın akışını bozmaya, başkalarıyla olan ilişkilerimizi olumsuz etkilemeye, sorumluluklarımızı yerine getirmemizi engellemeye başlar, işte o zaman da gecikmeden, olay kronikleşip içinden zor çıkılır bir hale gelmeden başvurmalıyız.

Kaygı probleminin temel sebepleri nelerdir? Neler yapmamalı?

Kaygı sorunu yaşayan kişiler, halk arasında evhamlı olarak tarif edilen bir yapıya sahiptirler. Huzursuz, genellikle sabırsız, çabuk heyecanlanan ve ürkek kişilerdir. Dışardan kolayca fark edebilirsiniz. Yüz ve vücut görünümleri gergindir. Kişinin hissetiği endişe ve üzüntüsünün yoğunluğu, süresi ve miktarı korku duyulan olayın gerçek olabilme olasılığına ya da ortaya çıkabilecek etkilerine karşın, çok daha fazladır. Herhangi bir olayda, olası en kötü olayın başına gelebileceğini düşünüp, kendilerini devamlı olarak diken üzerinde ve ağlamaya hazır hissederler.

Kabus benzeri korkulu rüyalar görebilmektedirler.

Kaygıya sebep olan genetik ve çevresel faktörler olmakla birlikte, kaygılı kişilerde bazı kişilik özellikleri oldukça baskındır. Bu kişiler genellikle, başkalarının beklentilerine fazla önem veren, kendi isteklerini açıkça ortaya koyamayan, hayır diyemeyen, aşırı düzeyde kendinin farkında olan, kendini fazla eleştiren, kendinin ve başkalarının hatalarını gözünde büyüten, incelendiği düşüncesiyle göz önünde bulunmaktan rahatsızlık duyan, olabileceklerin en kötüsünü düşünen bireylerdir.

Takıntı bir hastalık mıdır?

Neredeyse psikiyatrinin tüm konularına değineceğiz sanırım. Keşke yanımda kitabım olsaydı. Aslı Hanım isterseniz takıntıları olan bir hastamla yaşadığım olaydan yola çıkarak anlatayım. İlk seansıydı, ama karşımdaki koltukta oturan hastam kendini bir türlü seansa veremiyor, sıkıntılı olduğu hemen anlaşılıyordu. Ben “aklınıza takılan bir şey mi var? diye sorunca, mahçup şekilde; doktor hanım kusura bakmayın ama kapıdan girerken, içeriye önce hangi ayağımı attım dikkat ettiniz mi? diye sordu.

Bir çoğumuza oldukça tuhaf gelebilecek bu soru aslında sokakta karşımıza çıkan her yüz kişiden en az 3-4’ünde görülebilen bir hastalığın belirtisiydi. Bu bir takıntıydı. Hastamın içeriye hangi adımı ile girdiğine özel bir anlam yüklemesine, o adımla girmemişse bir şeylerin ters gideceğine, kendinin ya da sevdiği birinin zarar göreceğine inanmasına yol açan bir hastalıktı.

Hastam sonunda bu akıl oyununa yenildi, kapıldığı düşüncelerin verdiği sıkıntıya daha fazla dayanamayıp kapının dışına çıktı ve bu sefer doğru adımı attığına dikkat ederek içeriye tekrar girdi.

Büyük bir saçmalık gibi gözüksede bu hastalık, hayatının bir çok alanında gayet başarılı olan, akıllıca işler yapan bir insanı çok huzursuz edebilir. Hastanın aklına takılan konu her neyse onu ortadan kaldırabilmek için, bir çoğumuza tuhaf gelebilecek tekrarlayıcı davranışlar yapmasına yol açabilir. Kişiyi adeta en önem verdiği yerlerden yakalar. Titiz bir hanım temizlikle ilgili şüpheye düşer, zaten temizlediği yerleri tekrar tekrar temizler; dindar bir adam ibadet ederken açık saçık düşüncelere kapılır; torunlarına düşkün bir anneanne acaba onlara zarar verir miyim diye kesici aletleri dolaplara saklar; işe geç kalmaktan hiç hoşlanmayan bir iş adamı, acaba kapıyı kilitledim mi diye tekrar tekrar merdiven inip çıkarken toplantıyı kaçırır…

Tıp dünyasında obsesif kompulsif bozukluk, halk arasında takıntı hastalığı diye bilinen bu durum, psikiyatrik hastalıklar arasında hastanın günlük yaşamını en olumsuz etkileyenler arasındadır. Diğer hastalıklardan farklı olarak takıntı hastalığı olan kişiler uzun yıllar boyunca doktora başvurmazlar. Bunun nedeni temizlik yapma, kapıyı, elektriği kontrol etme gibi davranışlarının etraftaki kişiler tarafından da tuhaf bulunmaması, hatta desteklenmesidir. Hastanın bunu yapamadığı zaman yaşadığı aşırı gerginlik ya da aklına takılan düşüncelerden kurtulabilmek için geliştirdiği davranış bozukluğu (ellerim kirli diye düşünüp bir kalıp sabun bitene dek el yıkamak ya da aklına takılan kötü şey olmasın diye evin ışıklarını on kere yakıp söndürmek gibi) aşırı bir hal almaya ve herkesin hayatını olumsuz etkilemeye başladığında bir hekime başvurmak akla gelir.