Salgın öncesi daha "şen" olduğumuzu herkes gibi yine de itiraf etmeliyim, en azından tek kişilik dev kadro tarafından her konuda aydınlanıyorduk.
Hakkını verelim, hiç değilse salgınla birlikte enfeksiyon hastalıkları uzmanlığına soyunan, salgın öncesi siyaset yorumcusu olarak televizyonlara çağrılanları son zamanlarda ekranda görmüyoruz.
Kabul ediyorum yaklaşık bundan bir ay önce biri dış politika uzmanı diğeri siyaset yazarı iki gazetecinin mikrolobiyoloji ve bulaşıcı hastalıklar üzerine bilimsel tartışması çok “yarar’lı” olmuştu.
Salgın öncesi daha “şen” olduğumuzu herkes gibi yine de itiraf etmeliyim, en azından tek kişilik dev kadro tarafından her konuda aydınlanıyorduk. Mühendis hesabı gibi, az maliyetle çok iş.
Artık televizyon kanallarında bu tür “ufuk açıcı bilimsel tartışmaları” göremiyorum, belki de bu haliyle haber kanallarını izlememin ömrümün boşa geçen zamanlarından biri olacağını düşünerek televizyon açmadığımdan da olabilir.
En azından her sabah kalktığımda telefonuma “İspanya’da korkunç bilanço, o ülkede bir günde rekor ölüm” gibi gelen bildirimlerde azalmış durumda. Olağanüstü bir durumdan geçtiğimiz gerçek ama bu olağandışılıkta bile medyanın üzerine düşeni ne kadar yaptığı da tartışma konusu.
Kabul ediyorum, salgın, doğal afet, savaş gibi elimizde olmayan durumlarda tüm meslekler faaliyetlerini durdursa bile basın mensuplarının iş yükü artıyor. Ve işleri kolay değil, bizim gibi de bu ülkede gazeteciliğin en yüksek mertebesi olarak kabul edilen (ki alakası yok) köşe yazarları gibi evlerinde oturup yazmıyorlar, sürekli sahadalar.
Ama şu da bir gerçek dijital dönemin getirmiş olduğu baş döndürücülüğün haber malzemesinin olumsuz şartlarıyla da doğrudan bir ilgisi var. Olağandışı şartları haberleştiren gazeteciler de günlük ihtiyaçlarını karşılamak zorunda olan vatandaşlardan oluşuyor zira.
Fazladan olağandışılığın haberleştirilme yükümlülüğünün de getirmiş olduğu olumsuz şartlardan en fazla etkilenen de maalesef onlar.
Sanırım McCombs ve Shaw’ın teorisi olacak, kitle iletişim araçlarının bir konuya verdikleri önem ile izleyenlerin aynı konuya verdikleri önem arasında bir paralellik olduğunu belirtiyorlardı. O tanımlanamayan “kamuoyunun” da tanımı bundan ibaret aslında.
Basın organları hangi konuya daha fazla ilgi gösterirse toplumun da o konuya gösterdiği ilgi doğru orantılı. Mesela Türkiye’de yaşayan mültecilerin salgın döneminde neler yaptıklarını hiç bilmiyoruz, herkesin kendi derdine düştüğü bu süreçte kimse de merak etmiyor sanırım, maske teminini nasıl sağlıyorlar örneğin bilmek isterdim.
Yalan ve çarpıtılmış haber gücünü ise söylemeye gerek yok, yalan haberin daha fazla alıcısı var, “kör bir taraftarlığın” getirdiği sonuç burası. “Yeter ki Erdoğan gitsin” kafasında olanlar şimdilerde ellerinde somut bir bilgiye dayanmadan “Türkiye’de koronavirüsten ölüm sayılarının gizlendiğini” iddia ediyorlar. O çok klişe olan “gizli kaynaklar” ibaresi bile haberin başında yok, ortaya at, nasılsa ideolojik saplantıya sahip birileri inanacak ve yalan algıyı da oluşturacak, öncesi-sonrası önemli değil.
Öyle ya, Türkiye’de hep gazeteciler imtiyazlı sayıldı ya da öyle sanılması gerektiğine dair inanılmaz bir baskı unsuru oluşturuldu. Kıstas çok açıktı aslında, gazeteci olmak bir ayrıcalık ama bu ayrıcalık suç işleme özgürlüğünü beraberinde getirmez.
Ben bu düşüncenin Türkiye toplumuyla da ilgisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü Türkiye’de kanunlara ya da kurallara uymamak laçkalık değil, özgürlük olarak görüldü. Ancak bu olursa özgürlükten söz edilebilir dendi. Başkalarının mahremiyetinin çiğnenmesi ise o kişinin adı salt kamuoyunda sıkça telaffuz edildiği için önemsenmedi.
Öyle ya da böyle Türk basınının koronavirüsle mücadelede vermiş olduğu sınavı haberleri doğru yansıtmak adına –yeminli iktidar muhaliflerini kapsam dışı tutacak olursak ilk kez fena bulmuyorum. Çünkü karşılaştığımız salgın sınavı da yeni bir mücadele, haber akışında bocalamaların olması çok doğal, ki virüsle ilgili hala daha tüm dünyada binlerce tıp insanı tarafından aynı konuyla ilgili farklı kafa karıştırıcı sesler çıkmaya devam ederken Türk basını hepsinin özetini geçmeyi iyi bildi.
Bana kalırsa bunda Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın ve Sağlık Bakanlığı’nın rolü de fazla. Özellikle Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın adı sanı duyulmamış internet gazetelerini bile basın toplantısına davet edip büyük bir sabırla en aptalca soruları yanıtlaması bile şeffaflığı getirdi ve aslında ilk kez basın da bu süreçle birlikte her konuda, en önemlisi haber takibinde dersini iyi çalışması gerektiğini anladı. Türkiye bile sağlık sisteminin gücü konusunda dünyada çok ilerideyken, böyle bir dönemde bile eksikliklerini test ediyor, yerli solunum cihazı yapıldı mesela, Türk basını da haberciliğin sadece “ajanslar” üzerinden olmadığını da bence anlamıştır?
Ve artık korkunç bilançoları bildirimle yollamak yerine dünyada koronavirüsten iyileşen kişi sayısının ölümlerden daha fazla olduğu gerçeğini daha büyük puntolarla vererek bu olağandışılığın getirdiği kötücül psikolojiden çıkma zamanı. Ne de olsa evinde demoralize bir şekilde olup biteni izleyen ama umudunu ve inancını diri tutan milyonlar var…
Market koreografisi
Salgın başladıktan sonra yaklaşık bir aydır hep aynı markete gitmeye çalışıyorum.
Genellikle aracı olanların ulaşım sağlayabildiği, meşhur zincirlerden olan ve sosyo-ekonomik gücü yüksek kişilerin müşterisi olduğu bir market.
Farkındayım, kötü kitapları olan ve kafayı “sınıfsal çatışmayla” bozmuş bir yazarın giriş cümlesine benzedi bu satırlar, köşe yazarı olunca ülkede kendini bir halt zannedenler var, oysa yaşadığım ev 48 metrekare, salgın geçince davet vermek isterdim ama kalabalıktan pek hoşlanmıyorum, 5 kişi bile fazlalık yaratıyor.
O marketin içinde yaptığım yürüyüşleri hızlı çekimde oynatsalar adeta yeni bir dans koreografisi çıkacağını iddia ediyorum, insanlarla sosyal mesafemi ayarlayayım diye yaptığım bedensel hareketlerle günlük spor ihtiyacımı bile karşılar oldum.
Koronavirüs vakasının açıklandığı ilk gün bu markette de makarnalar yağmalanmıştı, aradan günler geçtikten sonra sosyal mesafeye dikkat etmeyen bu tipler kendine göre “alt sınıf” gördüğü insanları “luppocu” diye aşağılamadı mı?
Hatta geçenlerde peynir dolabını açmak için birisinin market arabasını dolabın önüne koyduğunu gördüm ve gözünün içine sadece bakarak almasını söyledim, oralı bile olmadı.
Ama bu “çağdaşlar” evlerine gittiklerinde klavyelerinden insanları aşağılamasını çok iyi biliyorlar -ki o beğenmedikleri ve sürekli “cahil” diye niteledikleri kişiler sosyal mesafeye daha çok uyuyor, ne de olsa “cahilin” tanımı bilmediğini bilmeyen. Oysa bilmeyenler öğreniyor, bilmediğini bilmeyenleri ise biliyorsunuz her konuda hala daha çok bildiğini sanıyor.
Ertuğrul Özkök’e dizi önerisi
Ertuğrul Özkök’ü hayretler içerisinde okuyorum.
Bu sefer hedefinde Beyonce var.
Global Citizen konserlerinde Beyonce’nin “siyahlar ölüyor” açıklamasının gerekli olup olmadığına karar verememiş.
Karar vermesi açısından salgın devam ederken bile ABD’deki insan ayrımına bakması yeterli.
Chicago’da koronavirüsten ölenlerin yüzde 72’si siyahi, Louisina eyaletinde de durum farklı değil, yüzde 70’i siyahi. Ki siyahilerin nüfus oranı bu eyalette yüzde 32 civarında.
Sanki bugüne kadar siyahiler hiç ABD’de ayrımcılık yaşamıyormuş gibi konuşuyor Özkök.
O zaman ona bir öneri… When They See Us dizisi.
Hem “65 plus” olduğu için evden çıkamadığından bol vakti de var.