Nurlar içinde uyu Yaşar Kemal ne güzel anlatmıştın aşkın en mağrur halini 'Ağrı Dağı Efsanesi' ile... Yapmak istediklerimiz ve yapmak zorunda kaldıklarımız arasında bıçak sırtı giderken canımız kanar ya bazen işte öyleydi Gülbahar'ın acısı!

Nice zorlukları aşıp uğruna zirveleri ateşe veren AŞK öyle büyük, öyle derin, öyle ömürlüktü ki... Sonrasında tam da vuslat zamanı kim bilebilirdi bu büyük aşkın bir saç teliyle idama gideceğini...

Nurlar içinde uyu Yaşar Kemal ne güzel anlatmıştın aşkın en mağrur halini ‘Ağrı Dağı Efsanesi’ ile... Yapmak istediklerimiz ve yapmak zorunda kaldıklarımız arasında bıçak sırtı giderken canımız kanar ya bazen işte öyleydi Gülbahar’ın acısı!

Hayat bazen öyle enteresan bir yol haritası verir ki elimize iki arada bir derede kalırız. O yol haritasında sadece iki seçenek vardır; biri kuralları dahilinde dümdüz gitmenizi gerektiren bir otoban diğeri ise uygun gördüğünüz yerde mola verip ağaçların altında çimlere uzanabileceğiniz patika bir yol... İşte o patika yol emek gerektirir, özveri gerektirir, inisiyatif almanı gerektirir, kendinden çok sevdiklerine değer vermeni ve onlara yönelmeni gerektirir...
Kimi rahatını seçip kalıplar dahilinde kör sağır yaşamayı seçer kimi de arada sırada ‘bir emek, vefa, samimiyet, sağduyu molası vereyim’ diyerek ağaçlar arasındaki yolda yavaş ama huzurla ilerlemeyi seçer. Sevdiklerinin yüreğine dokunur, yol boyu açmış çiçeklerin kokusunu ciğerlerine doldurur, buz gibi akan sulara avuçlarını batırıp kana kana içer... Kısaca hayatı ‘insanca’ dibine kadar yaşar.
Çocukluk ve gençlik yıllarımın yazarı Yaşar Kemal’in anlatım tarzını oldum olası beğendim. Ve hatta ukalalık kabul etmezseniz kelimelerime ayna olarak gördüm... Yaşar Kemal öyle güzel anlatırdı ki aşkı, hasreti, emeği, sevmeyi, sevilmeyi, görmeyi, dokunmayı... Defalarca defalarca okusam da doyamazdım. Hele Ağrı Dağı Efsanesi’nin estirdiği buram buram sevda taaa o yaşlarda bile içimdeki edebiyat tohumlarını beslemişti.
Beslerken de ‘o büyük sevdanın bir saç teliyle idama gitmesine’ anlam verememiştim aslında! Bu ne saçmalık demiştim hatta. Sonrasında büyüdükçe anlıyor insan her şeyin ne kadar anlamsız ve anlık olduğunu. Acıyı, tebessümü, gözyaşını, okkalı tokatları tanıdıkça minik zihinler ve yürekler hayatın manâdan yana eksik tüm taşları bir bir oturuyor zihinlere. Sonra kuşların üzerinde coşkuyla şakıdığı mis kokulu çiçekler açan meyvelerle dolup taşan narin dallar birer birer budanıyor. Tüm bunlara da büyümek diyoruz halk dilinde.
Sokakta oynarken aman annemiz görmesin duymasın yoksa eve çağırıp okkalı terliklere maruz kalırız diye ne çok zorluğu sessiz sedasız aşmayı öğrendik. Düşe kalka, dizlerimizdeki yaralara tükürüğümüzü basa basa ya da salya sümük ağlarken kolumuzla suratımızı sile sile bir de baktık ki Zeyna’ya dönmüşüz! Bunun adına da büyümek demişiz halk dilinde. Büyümek ve acı gerçeklerle yüzleşmek!
Tüm bu öğretilerle büyürken sevginin tek başına bir anlam ifade etmediğine de ne çok şahit olmuşuzdur! Ham iken veya büyürken insan ‘seviyorsam seviliyorsam’ her şey tamamdır diye bilir ve aslında yine yanılır! Ve yine darbeler alıp büyüdükten sonra öğrenir gerçeği, sevginin tek başına bir şey ifade etmediğini! Sevgi; saygıyla, emekle, empatiyle, değerle, ilgiyle beslenmediği sürece hiçbir anlam ifade etmez! Yaşar Kemal, Ahmet’e aşka dair tüm vasıfları yüklemişti de bi eksik kalan empatiydi. Ve empati yoksunu Ahmet bir saç teliyle Gülbahar’ına kıymıştı!

Günümüze uyarlayalım dersek; ilişkilerdeki empati sorunu çok daha bariz bir şekilde gün yüzüne çıkıyor. Kadın da erkek de hep bana hep ben çığlıklarıyla birbirini duymuyor, dinlemiyor ve anlamıyor.... Bir de bunun üzerine erkekler kadın rolüne fazlasıyla merak sarınca dünyanın tüm kimyası alt üst oldu. Trip atan, dedikodu yapan, her şeye ağız burun kıvıran, küsen, yaptığı her jeste karşılık bekleyen erkekler türemeye başlayınca kadınlarda tahammül kalmadı ve kendi göbeğini tek başına kesmeyi öğrendi. Havva için cennetten kovulmayı göze alan Adem’den ‘kadını askerlik arkadaşı olarak gören’ Ademoğlu’na kalmıştı dünya! Böylelikle her iki cinsin de birbirini tamamlayan ve tutunmalarını sağlayan tüm noktalar uçup gitti kayboldu... Alabildiğine güç, ego, kibir savaşları yaşanıyor anlayacağınız. ‘Mutlu olmak değil haklı olmak için’ tüm çabalar veriliyor sanki. Halbuki haklılığın canı cehenneme mutlu olmak istiyorum demeyi becerebilsek hayat daha yaşanır bir hale gelecek ya şu egonun gözü çıksın!