Genel seçimlere iki yıldan daha uzun bir zaman olmasına rağmen, iktidar değişikliği söylemleri yine gündeme oturdu.
Genel seçimlere iki yıldan daha uzun bir zaman olmasına rağmen, iktidar değişikliği söylemleri yine gündeme oturdu. O kadar ağır oturdu ki, yurt dışından çıkan seslerin yurt içinde daha çok duyulmasıyla oluşturulan gürültü bile bu konuyu gündemden düşüremiyor. Ama bu gürültüler, sezon açılışı öncesi transfer haberleriyle çalkalanan futbol medyası gibi, seçimlerin altyapısını oluşturan bir özellik de taşıyor.
Alınmış bir seçim karârı olmamasına rağmen, muhalefet “altı ay içinde değişim” gibi bir söylemi dillendirmeye başladı. Demokratik sistemlerde demokratik şartlar altında her şey mümkündür ve makbuldür. Mevcut iktidârın gideceği ve mevcut muhalefetin de iktidâra geleceğine sanki “vaad edilmiş iktidar” gibi kesin gözüyle bakılıyor. Gerçi bu iddialar hiç de yeni ve yabancı değil; ülke kamuoyu son on sekiz yıldır her seçim öncesi bu iddiaları duymaya alıştı. İddialar sâdece iktidârın el değiştirmesiyle sınırlı kalmıyor. Daha önce de, mesela 8 Haziran (2015) seçimleri öncesinde Gürsel Tekin’in “kirli” olarak nitelediği gazeteler için “Ahdimiz olsun, 8 Haziran’da – 9 Haziran demiyorum – 8 Haziran’da ilk işimiz bu kirli gazetelerin tamâmına el koymak olacak” sözü gibi tehditlere benzer iddialar hep vardı.
Artık iddialar doğrudan ve daha yoğun tehditler şeklinde ortaya atılıyor. Yargı adına konuşarak Kanal İstanbul’a kredi veren bankalardan hesap sorma tehdidiyle yetinmeyip bu projeye dâhil olacak ülkelere de diplomatik etiğe uymayan bir şekilde parmak sallanıyor. Ama bu “hesap” sorulurken bağımsız yargı organı nasıl yönlendirilecek diye bir soru sorulmuyor.
Yargısız “yargı”
Yargı organının bağımsızlığını ve hukuk devleti gerçeğini hiçe sayıp yürütme organına hesap sorulacağı söylenirken, vampirin dudağından sızan kan gibi, bu yargı sürecinin karârının çoktan verildiğini gizleme gereği duyulmuyor. Hatta yargılamanın başka dillere anlık çevirilerle yayınlanacağı iddiaları da dillendiriliyor. Demek ki Yassıada’daki kurgu ve kurmaca mahkemelerin sâdece radyodan ve Türkçe yayınlanması birilerinin kinini söndürmeye yetmemiş.
Hani “ulusal egemenlik”?
TBMM genel kurulunun duvarında yazan “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” sözünü muhalefet artık pek dillendirmez oldu. Bir zamanlar her cümlede nesne ya da özne olarak kullandıkları, “günden en az yüz kere tekrar etmeliyiz” dedikleri “laiklik” gibi “ulusal egemenlik” de rafa kalktı. Bunun sebebi, ulusal egemenliğin muhalefetin işine pek gelmemesi olabilir.
Yasama üvey evlat mı?
Diktatörlüğü oy vererek devrilen bir şey zannedenlerin “diktatör”, “tek adam” kavramlarından ne anladığını bulmak, istikrarlı ve sebep-sonuç ilişkisi içinde düşünme alışkanlığı olanlar için pek kolay olmayabilir. Ama Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi ile “güçler ayrılığı” prensibinin daha belirgin hâle gelip yasama ve yürütme organları arasındaki organik bağ mümkün olan en düşük seviyeye indiğinden beri, ana muhalefetin ve muhalefet ittifakının yasama organına üvey evlat muamelesi yaptığı söylenebilir. Meclis aritmetiğini sarsan ayak oyunlarıyla hükûmet düşürmek artık mümkün olmadığı için, bu ayak oyunları sâdece “emânet milletvekili” seviyesine düşmüştür.
Hipnotik kelime
Muhalefet, “tek adam” ve “diktatör” kelimelerini her şeyin sebebi olarak görmek istediği için artık tek hedef, yürütme organını olmuştur. Dolayısıyla muhalefet algı operasyonlarında hipnotik bir ifâde olarak “diktatör” kelimesini kullanarak, ardından ne söylerse söylesin inandırıcı olabileceğini zannetmektedir. Bu zan, Cumhurbaşkanı sayın Erdoğan, kendisine diktatör diyenlerin yüzlerine bakıp “Ben diktatör olacağım, siz de karşımda oturacaksınız, öyle mi” demesine rağmen değişmemiştir.
Bu sosyal hipnoza yakalanmayanlar şunu görebilmektedir ki, iktidârı “diktatör” ve “tek adam” olmakla itham edenler, TBMM’de çoğunluğu ele geçirmek gibi bir hedefe sâhip değildir. Bu hedef, Avrupa kupalarında başarılı olmanın daha önemli olduğunu düşünüp lig maçlarını ikinci plâna atan futbol takımları için bile sâdece bir sezon geçerli olabilir. Ama devlet yönetmeye tâlip olması gereken ancak bunun için hiçbir proje sunmayan muhalefet, o çok eleştirdiği “diktatörlük” ve “tek adamlık” makamını ele geçirmeğe ve oraya oturmaya odaklanmıştır. Seçmeni hipnoz etmek isterken kendi kendilerini de hipnoz edip bu odaklanmadan kurtulamaz hâle gelmişlerdir. Bu odaklanma, bakış açılarını o kadar daraltmış, hatta gözlerini o kadar kör etmiştir ki, daha o makama gelmeden o makamın gücünü demokrasi dışına çıkararak, görülmedik diktatörlük ve tek adamlık uygulamaları yapacaklarının hiç çekinmeden söyleyebilmektedirler.
Diktatörlük yapılacaksa…
Ben burada çok bâriz bir benmerkezcilik görüyorum. Nevzat Tandoğan’ın Osman Yüksel Serdengeçti’ye “Ulan öküz Anadolulu” deyip tokat attıktan sonra “Bu ülkeye komünizm bile gelecekse biz getiririz” demesi gibi, ülkemizin müzmin muhalefeti şimdi “Bu ülkede diktatörlük yapılacaksa biz yaparız” dercesine aklınca göz dağı vermektedir.
Kaostan medet ummak
Muhalefet, aba altından sopa gösterir gibi, Kanal İstanbul üzerinden sopa gösterip millî irâdeyi tehdit etmektedir. Kredi verecek bankalara yapılan tehdit bugüne kadar ihâle alan, ihalelere kredi veren, ihâle projelerinin yapımında yer alan her kurum ve kişiye yapılan ahlaksız ve hadsiz bir tehdittir. Kendi ahlaksızlıklarını ve yolsuzluklarını örtmek için gündem değiştirmek, kendi âile sorunları duyulması diye mahallede dedikodu yapmaktan daha çirkin bir müfteriliktir. Bunun için bürokrasi içindeki kirli çıkar ilişkileri, suç örgütü liderlerinin “çamur at izi kalsın” tavrına hizmet konuşmaları bile kullanılmaktadır. Devletin mafya ile mücâdele etmesini söyleyen muhalefet, mafyanın kaldırdığı toz dumandan medet ummaktadır. Bütün bunlar olup dururken, daha bir ay önceki tâciz ve tecâvüz davâlarının yanı sıra yapılan tehditlerin unutulması bir yana, bu toz duman içinde “bir tekme de ben sallayayım” fırsatçılığı yapanların yaptığı hakâret dolu benzetmeler de ilkokul birinci sınıfta okumayı söken öğrenciye takılan kırmızı kurdela görevi görmektedir.
Bir taraftan ülke yatırımlarını önlemek, önlemiyorsa yavaşlatmak, yavaşlatamıyorsa itibarsızlaştırmak görevini üstlenmiş omurgasız bir siyâsî yapı, diğer taraftan bu yapıyla asla bir araya gelmeyeceği zannedilen başka yapıların iş tuttuğu bir dönemin içinden geçiyoruz. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun Haber Türk’te gazetecilerle önceki gün yaptığı canlı yayın öncesi sosyal medyada bir arenaya dönüştürülmüştür. Sayın Soylu’nun ağzından laf almak için yönlendirici sorular soran, bireysel konuların ülke geneli havasına sokan gazeteler de bu arenanın görmek istediği kanı dökememiştir. Devlet geleneğimiz ve kültürümüz bu bâdireyi de atlatacaktır ama olan yine ülkenin enerjine olmakta ve gerçekleşen onca başarı takdirsiz kalmaktadır.