Büyük âlemdeki harikulade işleyiş, onun bir parçası ve temsilcisi niteliğindeki küçük âlem insan için de geçerlidir.
Nasrettin Hoca, bir gün büyük bir kabak tarlasının içinde bulunan ceviz ağacının dibinde uzanır. Yerdeki birbirinden alımlı kabakları ve ağaçtaki cevizleri düşünürken “Yarabbi, neden bu güzelliği ile kabak yerde toprakta sürünerek yetişir de ceviz, yukarılarda ağaç dalında yetişir?” diye içinden geçirir. Daha düşünmesi bitmemişti ki ağaçtan bir ceviz tanesi düşer kafasına. Canı acıyan Hoca, hemen şükrederek der ki “Allah’ım, cevabımı aldım, ya başıma düşen kabak olsaydı?”
Büyük âlemdeki harikulade işleyiş, onun bir parçası ve temsilcisi niteliğindeki küçük âlem insan için de geçerlidir. Ancak büyük âlemdeki işleyişin yasalarını ve mantığını henüz tam olarak bilemediğimiz gibi küçük âlemdeki işleyiş yasalarına da henüz hâkim değiliz.
Pozitif bilimler yardımıyla tabiatın kurallarını keşfettikçe mikron düzeyindeki hücreden galaksilerin derinliklerine kadar ki muazzam döngüyü zekâmızla anlamaya çalışıyoruz. Aynı şekilde sayılara dökemediğimiz ve gözleyemediğimiz gerçekleri de sezgilerimizle idrak etmeye ve yorumlamaya çalışıyoruz. Çünkü insanın zihni, çevresinde olup biteni sadece bilmekle yetinmez, bir anlam verme ihtiyacı da vardır. Zira aklımızın önemli bir özelliği, bilmediklerimize bir anlam vererek, belirsizliğin getireceği endişeye karşı kendimizi korumaktır.
Şu halde zihinsel fonksiyonlarımızın temsilcisi zekâ ile öğrenir ve bilir, akıl ile anlam veririz. Zekâ; mantık odaklı olup daha tekniktir, araştırmaya, öğrenmeye, veri edinmeye, sebep-sonuç ilişkisine, âlemdeki işleyişin yasalarını belirlemeye yönelir, ‘nasıl’ sorusunun peşindedir, bilgi üretir. Akıl ise etik odaklı olup duyguları, sezgileri de kapsar, işleyiş yasalarına ve bilginin hangi amaçla kullanılacağına yönelir, ‘neden’ sorusunun peşindedir, anlam üretir.
Buluş yapan zekâ, nerede kullanılacağını belirleyen akıldır. Zeki çocuk, en ileri matematik sorusunu çözer, akıllı çocuğun hedefleri vardır. Bunlar, birbirini tamamlayan iç içe güçlü bir yapıdır ancak bir taraf daha baskındır.
HANGİ AKIL?
Biyolojik yapımızdaki temel işleyişin şeklini ve yasalarını, ruh ve duygu dünyamıza göre daha fazla biliyoruz. Zira bedende olup bitenler somut ve ölçülebilirken duygularımız soyuttur ve bugün için duygularımızın ve hislerimizin ölçülmesi daha zordur. Bunun içindir ki psikoloji, pozitif bir bilim dalı olduğundan bu yana zihin ve duygu alanımızda olup bitenleri, somuta indirgemek, ölçmek ve ruh dünyamızdaki işleyişin yasalarını ortaya koymak ve bunları yapacak olan aklımızı anlamak ister.
Duygularımızı ve özellikle aklımızı anlamada işin başında olduğumuzu söyleyebiliriz. Mesela aynı olaylar karşısında aynı yumurta ikizi kardeşlerin verdiği farklı tepkilerin, birinin zekâ diğerinin akıl odaklı davranışlara dönüşmesinin nedenlerini tam olarak bilemiyoruz.
Varlığını sürdürme ve korunma, canlının en temel içgüdülerindendir. Bazıları boynuzlarıyla, bazıları kanatlarıyla, bazıları kalın kabuklarıyla, bazıları sürünerek, kimileri yüzerek ya da uçarak korur kendini… İnsanın öne çıkan özelliği aklıdır. Ancak bu akıl, yüzyıllarca sadece mantık odaklı zihinsel potansiyel yani zekâ ile sınırlı sayılmıştır. Yani aklımız, varlığın yasalarını öğrenmemizi sağlayan somut, ölçülebilen bilimsel yasaları algılamayı sağlayan zekâ düzeyine hapsedildi.
Nöro-psikoloji alanındaki son çalışmalarda çoklu zekâ kavramı ve farklı zekâ biçimleri ile aklı anlama çalışmaları yoğunlaşmıştır. Alışık olduğumuz soyut zihinsel potansiyelin (IQ) yanı sıra çevre ile iletişimimizi sağlayan duygusal zekâ (EQ) ve kalp ya da gönül zekâsı olarak tarif edebileceğimiz moral zekâ (MQ), birbirlerini tamamlayarak bütünsel zekâyı yani aklı oluşturur.
Psikolojinin, işlevleri bakımından farklı düzeylerde ele aldığı zekâ kavramlarına denk düşen ayırım, tasavvufta aklın farklı seviyeleri olarak karşımıza çıkar. Böylece zihinsel potansiyelimizi, günlük hayata yönelik sınırlama ile kullandığımız aklı maaş için soyut zekâ, varlığı sorgulamaya başladığımız zihinsel seviye olan aklı cüzinin karşılığı, duygusal zekâ ve nihayet varlık âlemini bir bütün olarak anlamaya, somut olan kadar soyut olanı da kavramaya çalıştığımız zihinsel düzey olan aklı küllinin karşılığı olarak da moral zekâ literatürde yerini almıştır.
MANANIN PEŞİNDEKİ AKIL
Şu halde bugün zekâ testleriyle ölçtüğümüz ya da ölçtüğümüzü zannettiğimiz şey, aklımızın soyut zihinsel potansiyel yönünün yansımasından ibarettir. Şu halde insanı tanımak soyut zekâsının ötesinde aklını da bilmemizi gerektiriyor. İnsanın kendini bilme yolculuğu için akla ihtiyacımız var.
Ouspensky (İnsanın Gerçeği Kendini Bilmek, Meta Basım, 1989), insanın uyku halinde olduğunu, uyandığında kendi gerçeğine ulaşabileceğini, bu uyanma hali için de aklı bütün olarak kullanmak gerektiğini vurgulamıştır. Aynı şekilde sınırlı aklımızla görebildiğimiz somut dünyanın, külli bir akılla metafizik olarak da algılanabileceğini, İbni Arabi’nin yüzyıllarca önce yazdığı şaheser niteliğindeki Fütûhâtü-l Mekkiyye (Marifet ve Tecelli, Litera Yay., 2017) eserinde de görüyoruz.
Sonuç olarak dünya gördüğümüzden ibaret değildir, insan ve davranışları da öyle. Hakikat, gördüğümüz gerçekten ibaret değildir. Gördüğümüzün ötesindeki hakikate uyanmamız için bütünsel bir bakışa ihtiyacımız var. Her türlü tarafgirlikten, aşırılıktan, ideolojiden ve günlük çekişmelerden uzak, bu bakışı sağlayacak bir akla ihtiyacımız var. Maddeyi aşabilen ve manaya odaklanmış külli bir akıl.