Sağlık uzmanı değilim, ama Türkiye'nin en büyük sağlık gruplarından biri olan Medipol bünyesinde akademisyen olmak, zamanla insana sosyal bilimlerle tıp bilimi arasında bağlantı kurma sonucunu doğurabiliyor.
Sosyoloji ve antropolojiyi sağlık ve tıp ile birleştirmek yeni bir şey olmadığı için, bu konuda hatırı sayılır bir literatür de oluşmuş durumda.
İstanbul gibi dünyânın en büyük açık hava sosyoloji laboratuvarında yaşıyor olmak, her sosyal antropoloğa nasip olacak bir şey değil. İnsan gözlem hassasiyetini geliştirdikçe attığı her adımda, baktığı her yerde, duyduğu her şey çok boyutlu anlamlar çıkarabiliyor.
İstanbul’u uzun süredir etkisi altına almış olan “kentsel dönüşüm” tüm hızıyla devam ediyor. Hafriyat kamyonları âdeta şehrin vazgeçilmez araçları hâline geldi. Şehrin trafiğindeki ağırlıkları neredeyse geçiş üstünlüğü kazanacak kadar arttı. İstanbul’u inşa etmekten, İstanbul’u yaşamaya fırsat bulamıyoruz. İki senede bir değiştirilen kaldırımlar sebebiyle “turistik” unsur hâline gelen küçük inşaat faaliyetleri de cabası.
Bunca inşaat, yeni yerleşim alanlarının oluşturulması için yapılsa durum farklı olurdu, ama maalesef bir eskisini yıkıp yenisini yapıyoruz. Eskisinin yıkılmak zorunda olması ayrı bir mesele; zamânında sağlam yapılmamış. Şehir plânlama bugünler düşünülerek yapılmamış. Yapılmayan şehir plânlamalara hiç girmiyorum.
“Popüler İnşaat” Devri
Deprem başta olmak üzere teknik ve hayâtî sebepler yüzünden yıkılmak zorunda olan “eski”nin yerine yapılan “yeni”, kendi yaşam şeklini de getiriyor. “Popüler inşaat” devrini yaşıyoruz. Popüler kültürün kısa soluklu ürün yelpazesine meskenler de katıldı. Popüler inşaatın hâkim olduğu şehirlerin hâfızası oluşmuyor. Birkaç ay uğramadığınız bir mahalle, tanınmaz hâle gelmiş olabiliyor. Televizyon, gazete ve internet reklamlarında “yepyeni bir hayat” sunan inşaat projeleri, hâfızasız ve hâtırasız bir yaşam şeklini de empoze ediyor. Şehirlerimiz Alzheimer olmuş durumda. Bu hastalığın belirtileri insanlarla birlikte şehirlerde de görülüyor artık.
Alzheimer belirtileri arasında günlük işlerin unutulması, günlük işleri plânlayamama, sıradan işlerde aksama, gidilecek yeri bulamama, insanları tanıyamama, kendini ifâde etmede kelimeleri unutma, hiçbir şeyden zevk alamama ve abartılmış cinsel faaliyet bulunmaktadır.
Kişisel boyuttaki bu sorunlar öncelikle psikolojik boyutta sıkıntılara sebep oluyor. Bir anlamda bunlar esas sorunun sonuçları. Ancak bizim sosyal boyutta yaşadıklarımız, sorunun sebepleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Doğup büyüdüğümüz mahalle, eşimizle tanıştığımız mekân kentsel dönüşümlerle yok oluyor. Tüm yaşanmışlıklar, bizi hayâta bağlayan hâtıralar de moloz kamyonlarıyla birlikte götürülüyor. Bize geçmişi hatırlatacak fiziksel hiçbir şey kalmıyor. Daha kötüsü, bütün bunlar tâkip edemediğimiz bir hızla oluyor ve biz bu değişiklikleri hazmedemiyoruz.
Dün ne yediğini unutup elli sene öncesini hatırlayan Alzheimer hastaları gibi, yakın geçmişimizi unutuyoruz. Belki bu yüzden târih konusu bu kadar ilgimizi çekiyor. Âdeta yakın geçmişi unutmamızı teselli olarak târihî geçmişe ilgi gösteriyoruz. Sinema filmleri, televizyon dizileri, târih dergileri ile kendimizi teselli etmeye çalışıyoruz.
Çok eskileri biliyor ve hatırlıyoruz, ama geleceğimizi plânlamak için farkında olmamız gereken “şimdi” bizim için anlamsız bir hâle geliyor. Geçmişin iyi ya da kötü yaşanmışlıkları bizi kuşatıyor. İşler kötü gidince, eski defterleri karıştıran esnaf gibi, “şimdi” ile bağımız kopunca ve “gelecek” için umut besleyemediğimizde geçmişe yükleniyoruz.
Bunun sebebi, şehrin somut hâlinin kayboluyor olması. Sosyal hâfızamız siliniyor. Bu hızlı değişim içinde, kendimizi rahat ve güvende hissedeceğimiz âşinâlık hissi oluşmuyor. Yıllardır yaşadığımız şehirde, sanki yeni gelmiş gibi dolaşıyoruz. Herkese yabancı gibi ve her yere ilk defa görüyormuş gibi bakıyoruz. Etrâfımız ve sosyal hayat bizim için bir anlam ifâde etmiyor. Sosyal hayâtımızda bireysel anlamlandırmamızı yapamıyoruz.
Alzheimer belirtisi olan âni sinir patlamaları ve insanlara güvensizlik, sosyal boyutta yaşanır hâle geliyor. Görsel anlamsızlık, duyusal anlamsızlığa dönüşüyor. Duyduğumuzu değil, anlamak istediğimizi anlıyoruz. Bir kelime yüzünden birbirine bağırıp çağıran insanların bir arada yaşadığı şehirler ortaya çıkıyor.
Asayiş için alınan güvenlik tedbirleri hiçbir işe yaramıyor. Kısa sürede yıkılıp yeniden kurulan yerleşim alanlarında kültürel güvenlik oluşmuyor. Girişi güvenlik görevlisi tarafından korunan sitelerde, “komşu” denen kişiler yok artık. Her gün şehrin ara sokaklarında bile dolaşan hafriyat kamyonları sâdece gürültü ve görüntü kirliliği yapmıyor.
Maalesef İstanbul deyince akla gelen câmilerin, Kız Kulesi’nin, martıların, köprülerin, vapurların yanına bu şehrin Alzheimer olduğunun belirtisi olan gökdelenler geldi.