Getirilen av yasaklarıyla arttırılmaya çalışılan balık türü ve popülasyonu istenilen seviyeye gelmezken, bir de karşımıza müsilaj çıktı.
İlkokuldan liseye kadar okutulan coğrafya derslerinde Marmara Denizi’nin dünyânın tek bir ülkeye âit tek iç deniz olduğu öğretilir. Diğer bütün denizlere birden fazla ülkenin kıyısı varken, Marmara Denizi’ne kıyısı olan tek ülke Türkiye’dir. Marmara Denizi’ni besleyen iki boğazdan birinin de İstanbul’da olması, hem Marmara Denizi’ne hem Marmara Bölgesi’ne ayrı bir önem ve değer katar. Ancak ülke insanları olarak Marmara Denizi’nin önemini ve değerini lâyıkıyla anladığımızı söylemek pek de mümkün değildir. “Yazlık sevdâsı” sebebiyle kıyılarındaki betonlaşmanın yanında, Türkiye’nin sanayi tesislerinin çoğunluğunun Marmara Denizi’nin kıyısında kurulması ama uzun yıllar arıtma kullanılmaması ve yasak balık avlanma yöntemleri, Marmara Denizi’nde önce balık çeşitliğini en aza indirmiştir. Lüferinden tekirine, palamutundan levreğine kadar onlarca balık türüne sâhip Marmara Denizi, son yıllardan Karadeniz’den gelen hamsi, çinekop akınına mahkûm kalmıştır.
Getirilen av yasaklarıyla arttırılmaya çalışılan balık türü ve popülasyonu istenilen seviyeye gelmezken, bir de karşımıza müsilaj çıktı. Marmara Denizi’nin kıyılarını kaplayan müsilaj aslında buzdağının görünen kısmını oluşturuyor. Esas sorun ve tehlike denizin dibindedir. Suyun yüzeyinde gördüklerimiz sâdece denizin zeminini kaplayan organizmaların ölen kısmıdır.
Bunun birkaç yıllık bir sorun olmadığı uzmanlar tarafından vurgulanıyor ve bunun sâdece belediyeler ve ilgili bakanlığın sorumluluğunda olmadığı belirtiliyor. Vatandaş olarak bu çevre sorununun daha fazla büyümeden çözülmesini dilemek ve her şeyi resmî kurumlardan beklemekten yerine, “kendi evimizin önünü süpürmek” mantığıyla bireysel seviyede olsa da atık konusunda daha sorumlu davranmamız gerekmektedir.
Ya sosyopsikolojik iç denizimiz
Su yüzeyi müsilaj ile kaplanan Marmara Denizi’nin bir “iç deniz” olmasından yola çıkarak toplumsal yapımıza da hem iğneyi hem de çuvaldızı batırmamız gerektiğini düşünüyorum. Su yüzeyinde gördüğümüz çirkin manzaradan çok daha fazlasının denizin dibinde olması gibi, toplumsal yapımızda var olup dışarı vuran tehlikeli sosyal müsilajlar çok daha büyük tehlikenin göstergesidir.
Bu tehlike daha büyüktür, çünkü Marmara Denizi’ni işgâl eden müsilaj ile bilimsel yöntemlerle mücâdele edip biyolojik, kimyasal ve fiziksel çözümler bulmak, sosyal sorunlara çözüm bulmaktan daha kısa sürecektir. Hiç olmamasını istediğimiz petrol sızıntıları gibi büyük çevre felâketlerin bile telâfisi ve çözümü nispeten kısa vâdede mümkün iken, sosyal sorunların çözümü en az iki nesil almakta ve hepsi iz bırakmaktadır. Sosyal sorunların bir nesilde belirgin hâle geldiğini ve ondan önceki nesilde oluşmaya başladığı düşünülürse en az üç dört nesillik bir sorunlar yumağı ile karşı karşıya olduğumuzu söylemek iddialı bir ifâde olmayacaktır.
Marmara Denizi’ni işgâl eden müsilajın deniz suyundaki oksijeni yok edip biyolojik hayâtı bitirmesi gibi, toplumsal yapımızdaki sosyal müsilaj da toplum için olmazsa olmaz sosyal oksijeni yok etmektedir. Daha iyi eğitim, daha iyi sağlık hizmeti, daha iyi iş imkânı; kısaca “daha iyi bir hayat” için göç edilen şehirlerdeki nüfûs yoğunluğu artık kendi kendini yok eder duruma gelmiştir. Otuz kırk yıl önceki ekonomik seviyeye göre plânlanan şehirlerimizin sokaklarının ve caddelerinin otopark hâline gelmesi, kentsel dönüşümle kat sayısı artan apartmanlar sebebiyle bâzı sokakların hiç güneş görmemesi ve gökyüzünü görmek için gözlerimizi değil başımızı yukarı kaldırmak zorunda olmamız sosyal müsilajın en mâsum örneklerinden birkaçıdır.
Temiz hava almak için gidilen ormanların piknik sonrası bir ambalaj çöplüğüne dönüşmesi, mahalle aralarındaki çöplerin konteynırlara değil de, “sokak hayvanlarını besleme” bahânesiyle sağa sola dökülmesi, müzik demeye bin şâhit gerektiren gürültülerin bitirim arabalarında veya kulaklıkla toplu taşımalarda ses kirliliği yapacak şekilde dinlenmesi, toplu taşımalarda bâzı kişilerin telefonla konuşurken miting yaparcasına bağırarak konuşması ve toplu taşımadaki diğer yolcuları mahalle veya iş yeri dedikodusuna mâruz bırakması diğer sosyal müsilaj örneklerinden ilk akla gelenidir. Ateşli silah kullanmaya kadar abartılan trafikte yol verme, market alışverişinde sıra kapma kavgaları artık maalesef “alışık” olduğumuz sosyal müsilaj türleridir. Din düşmanlığı ve göçmen nefreti ise sorunun hat safhasını oluşturmaktadır.
Denizdeki müsilaj uyarı ve yasaklara rağmen, denizlerin kirletilmesinin geldiği son noktadır. Ama sosyal müsilaja karşı duyarlı vatandaşlar tarafından yapılan uyarılar da dikkate alınmamakta, hatta bu iyi niyetli uyarılara şiddetle karşılık verilmektedir. İşin kötüsü, şiddetle karşılık verenlerin hiçbir cezâya çarptırılmaması, yaptıklarının yanlarına kâr kalmasına sebep olmakta ve onları cesâretlendirmektedir.
Denizler kirletilirken “deniz çarşaf mı ki kirlensin” gibi sorumsuz bir ifâde ile karşılık verenlerin aymazlığı, sosyal düzeni bozucu hareketlere karşı yapılan uyarılara “Nolmuş, git şikâyet et” ya da “Napacaksın!” gibi nobran karşılıklar, sosyal müsilaj hâline gelmiştir. Bu sosyal müsilaj istilâsı altında, toplumsal bir hayat yaşamak, bir fantezi ve bilgisayar oyunlarında yaşanacak kurgusal bir tecrübe olmaktan ileri gidemeyecektir. Ne olduğunu bilmedikleri “iyi” hayatın ve hazır bulunan şartların kıymetini bilmeden yaşayanlar yüzünden sosyal müsilaj altında kalan toplumsal hayâtımızın imdat çağrısına bir an önce cevap vermeli ve kutsal kitaplarda anlatılan âfet ve felâketlerin tekrarlamasını bekleme câhilliğine düşmemeliyiz.
Sosyal müsilaja çâre
Denizdeki müsilajı yüzeyden toplayarak temizleyemeyeceğimiz gibi, toplum yapımızın kıyılarına vuran sosyal müsilajı da mevcut durumu görmezden gelerek gideremeyiz. Sosyal müsilaj hafta içi beton binâlarda çalışıp beton binâlarda yaşadıktan sonra, hafta sonu bir geceyi orman içinde kütük evde geçirerek temizlenmez. Sosyal müsilaj bir alt kata inmek için beş dakika asansör bekleyip ama iş çıkışı spor merkezlerine gidip pahalı ve markalı spor kıyâfetleri giyip yürüme bantlarında koşarak giderilmez. Sosyal müsilajdan, kendisiyle yüzleşmekten korkup “kendini bulmak”, “farkındalık yaşamak”, “mindfulness(!) kazanmak” için” Hindistanlara, Perulara gidip gurulara binlerce dolar vererek kurtulamayız. Sosyal müsilaj, “uluslararası geçerliği olan sertifika” alınan üç, beş haftalık “workshoplar” ile giderilmez.
Sosyal müsilajdan kurtulmanın ilk adımı, özgürlüğün yüzde doksanının sorumluluk olduğunu bilmektir. Sırası önemli olmayacak şekilde ikinci adım, “kişisel gelişimin uzun vâdeli intihar olduğunu” bilmektir. Üçüncü adım, olumlu ve olumsuz yönden “ben yapmazsam kimse yapmaz” ve “ben yaparsam herkes yapar” bilincine ulaşmaktır. Dördüncü adım, “bedâva peynirin sâdece fâre kapanında olduğunu” bilmektir. Beşinci adım, “ucuz mal pahalıya mâl olur” gerçeğini kavramaktır.
Unutmamalıyız ki, dünyâdaki ekosistemin devâmı için biz insanların varlığının hiçbir önemi yoktur ve insan ırkı yok olursa ekolojik hayâtta hiçbir olumsuz değişiklik olmayacaktır. Aynı şekilde sosyal hayâtın devam etmesi için de tek tek bireylerin hiçbir önemi yoktur. Mezarlıklar “ben olmasam mahvolursunuz” diye düşünenlerle doludur. Kendimizi “önemli ve vazgeçilmez” değil, “sorumlu” görmeyi öğrenmeli ve bunu 7/24 uygulamalıyız.