29 Mart günü Fransa Cumhurbaşkanının makamında Suriye'den giden bir heyeti kabulü öncesi ve sonrasındaki yansımalara pek şaşırmamak lazım …

Türkiye Devleti ve Fransa Devleti arasındaki resmi ilişkiler temeli yüzlerce yıl öncesine dayanır ki bu ilişkinin 1525 yılında başladığı belirtilir ve bu ilişkiler bir şekilde bazen düşmanca bazen de dostça süregeldi. Mesela Sultan III. Selim Han’ın daha tahta geçmeden önce XVI. Louis arasında başlayan “pek güzel kardeşim…” Selim Han diye biten mektuplar Topkapı Sarayı arşivindedir. Amma İstanbul işgal döneminde ise Fransız komutan Franchet d’Esperey’in Padişahın kardeşinin kızı Naciye Sultan’ın Kuruçeşme’deki Sahil Sarayına giderek 12 saat içerisinde, kundaktaki çocuklarıyla birlikte terke mecbur bırakıp kendisinin yerleşmesi de ayrı bir şey.

Mutabık olunan epey konu yanı sıra, karşı olunan da epey konu oldu ve de tarihe intikal etti. Fakat bugün, bu son görüşme neticesindeki beyanlar genel tarihsel ilişkilerin biraz daha ötesinde değerlendirilebilir…

Dünya sıralamasında 5. Güç olarak geçen Fransa’nın Suriye ile ilişkileri aynı Lübnan da olduğu gibi I. Dünya Harbi sonrasına dayandığı ve Milletler Cemiyetinden alınan karar neticesi “Mandat” (Vekil) yönetiminin kurulması ile başladığı bilinir. Tabii ki, ister “Colonial” ister “Mandat” her ne isim altında olursa olsun emperyalist güçlerin bir şekilde yerleştikleri toprakları pek kolay terk etmedikleri veya askeri güç olarak terk etmiş olsalar dahi diğer kurumsal ve ekonomik oluşumlar vasıtasıyla varlıklarını devam ettirdikleri malumdur, zaten yeni emperyalist uygulamada böyle bir şeydir, bu uygulamalar silsilesi de o ülkenin gücünün devamlılığı ve iç politik çatışmaları ile orantılıdır.

Bir önceki Başkanları François Hollande yüksek tonda, Suriye’de Esad- Baas yönetiminin sonlanması gerektiğini ve de gerekçelerini defaatle belirtti, Suriye bugünlere geldi ızdıraplar, katliamlar arttı fakat, belirttiği arzusu doğrultusunda herhangi bir neticeye varılamadı. Bugünkü durum da pek farklı olmasa gerek, ulusal çerçeve içerisinde; yoğun ekonomik, kültürel ve sosyal sorunlar ile uğraşan, AB sistemi içerisinde toplumlarının önemli oranda karşı çıkmasına rağmen Almanya liderliğinde politikaların devamında ısrarlı ve uluslararası siyasi güç dengeleri bağlamında bir takım politikalar geliştirmeyi arzulayan bir ülke yönetiminin arayışlarının bir neticesi olarak görebiliriz …

Bu konu haber bültenlerine düştüğünde, aklıma epey eski bir sohbet anı geldi, şöyle; 1978’de, tahsilimin bir bölümü sonrası Fransa’da Cumhurbaşkanları danışmanları o dönemde Parlamento üyelerinden seçilir idi ve bu danışmanlardan tanıdığım biri olan, Calvados temsilcisi Hubert Bassot’yu daveti üzerine Elysee Sarayındaki bürosunda ziyaret ettiğimde; görüşme esnasında Ülkemizin Güney Doğu bölgesinde hangi mağarada, hangi tipte silah ve mühimmatın adetleri ile taraflarınca bilindiğini belirtmiş olması oldukça şaşırtıcı idi, doğrusu. Bizler ise, yani toplum olarak ancak Ağustos 1984 Eruh baskınından sonra ve yavaş yavaş neler olduğunu fark edebildik.

İşin ilginç ve hüzünlü tarafı uzaktaki bir ülkenin başkan danışmanının dahi bildiği, birinci derece Ülkemiz güvenliği ile ilgili bir konu hakkında dönemin kamu görevlileri acep neler yaptılar? Nasıl önlemler aldılar? Hatta nasıl affı mümkün olmayacak yanlışlar yaptılar ki bu toprakların binlerce ve binlerce genci hayatlarının erken döneminde toprağa düştü ve bu Ülkenin vatandaşlarının vergilerinden oluşan milli bütçesinden 1984’ten bugüne yüz milyarlarca dolar sarf edildi. Her nedense pek sorgulanmadı! Yükün ağırlığı genelde sıfatı olan fakat tam yetkinliğe erişemeyen siyasi kadrolara kurnazca yüklendi.

Aslında, Devlet makinasının çarklarının bozulmasına ve bir anlamda bazı mensuplarını sorumsuz ve sınırları belirsiz güce yönelten darbe dönemleri düzenlemeleri neticesi gittikçe güçlenen bürokrasinin hakimiyeti, yani bir anlamda “Türk Nomanklaturası” mensupları ve icraatları nasıl bir dokunulmazlık zırhına sahip olabilmiş iseler, bazı söylem veya değinmelerin haricinde hiçbir zaman da, bu husus açıkça ve demokratik namus gereği pek sorgulanamadı!

Türkiye Devletinin namuslu ve iyi niyetli çoğun bürokratlarını tenzih ederek, bu kesimin sadece bir kısmı için maalesef sıkça kullandığım Nomanklatura sıfatı: Stalin döneminin dış işleri bakanı Vişinski’nin vaftiz babası olduğu ve Latince kökenli bu kelimenin Sovyetler Birliği Üst–Hakim İdareci Sınıfı; dokunulamaz atanmış ve toplum üzerinde katı kuralları doğrultusunda egemenliğini kurmuş kesim mensupları için kullanılan bir adlandırma /tabir olduğu açıklamasını affınıza sığınarak bilgilerinize sunuyorum.

Zaten, meşum 15 Temmuz öncesi tahribatın ölçeğinin anormal büyüklüğü de bu nomanklatura sınıfının istekli, etkileşime bu denli açık hale dönüşmüş olmasından dolayı olmadı mı?

2000’li yıllara, hatta ötesine kadar Sivil Türk siyaseti üzerinde vesayet kuran üniformalı-üniformasız bürokratik müttefik kesimin 1960’ta başlayan Doğulu bazı ailelerin kamplara tıkılması ile başlatılan ve 71, 80 darbelerinin yanlış ve hatta haince uygulamaları neticesi; yukarıda belirttiğim büyük kayıpların mislilerce sinin acısını Toplumumuz halen de çekmektedir…

Hal böylede gelmiş olsa dahi, bu maatteessüf bizim iç meselemiz iken, Fransa’ya döndüğümüzde; öncelikle belirgin bir kavram farklılığı söz konusudur, mesela her daim silahlı eylemciler için neticeye, insanlık dışı vahşete bakılmaksızın “milis” veya “milis güçleri” sıfatını ısrarla kullanırlar ve sair amma genelde provokatif, sonuç getiremeyecek bir destek söz konusu olmuştur. Hatta geçtiğimiz 10 Mart tarihindeki sol lider Jean Luc Melenchon’un uzun söylevi oldukça ilginçtir, 1977–2008 arası Sosyalist Parti mensubu ve sonrasından bugüne daha biraz solda yer alarak, önemli başkanlık adaylarından olan bu muhteremin Marksist dayanışması siyasi çizgisince belki anlaşılabilir, fakat bu görüşün bu denli kısa sürede Devletlerinin hakim siyaseti haline dönüşebilmiş olması pek de anlaşılamaz doğrusu.

Tabii mesele bazı siyaset erbabı ve ya bazı devlet yöneticilerinin beyan ve uygulamalarından öte baktığımız toplumun basın yayınlarındaki yansımalardır; “Türk Bayrağı dalgalandı-Demokratik rüya sona erdi..”, “Avrupa Birliği Türkiye’ye 3 milyar EU fidye ödedi..” gibi. Nadiren ise; bir nebze daha gerçeğe yakın; “ABD ve Rusya’nın bölgedeki doğalgaz kapışması..” benzeri önemli gazetelerin manşetleri ve bu doğrultudaki makaleler, haberler zaten uzun zamandır entelektüel sıkışmışlık yaşayan Fransa toplumunun diğer konularda olduğu gibi bu Suriye konusunda da önyargısız, hatta biraz daha objektif değerlendirmesi imkanını ortadan kaldırmaktadır…