"Kendi cehennemini katetmeden kim kendi cennetine vasıl olmuş?" diyen yazar, kurduğu cümlenin hakkını, tüm romanlarında, kadınlara yükledikleri üzerinden ziyadesiyle taşımış ve taşıtmış! Kitabı kapatırken sizin de ağır bir yük olacak omuzlarınızda.

Nietzsche’nin “Büyük eserler müelliflerinden intikam alır” sözünün sağlaması olabilecek kitaplardandır!

Yazarın ortaya çıkartırken yemek yemeyecek hatta sosyal hayatını bitirecek kadar ruhunu yoran bu eser sizi de yoracak! İlgilendiği konular felsefe, tarih, Tasavvuf Edebiyatı da olan yazarın Yunus sevgisi ayrı bilinirmiş ki bu çile seviciliği ve çileden erdeme yol çizişi bundan olsa gerek diye düşünmeden edemiyor insan!

Hintli bir gence duyduğu aşk; her ikisinin de ağır gelen yanları, memleket aşkları ve yarım kalmış bir hikaye… Romanlarındaki aşkların umutsuz ve çileli yanının muhtemel ki bir diğer kaynağı.

Sanatsal yanına bakmak gerekirse de; Alman bir profesörün “Sen Türklerin ‘Selma Lagerlöf’ü’ olacaksın.”dediği, alanının kadın yazarlarının çok ciddi otoritelere göre en iyisi. Bana göre de naçizane.

Bir yıldız; teşbihte hata olmaz, henüz ışığı dünyaya ulaşmamış bir yıldız gibidir gök kubbede.

*****

Dineyri Papazı; kahramanımız Gülbün’ün fallarda çıkan aşkından ismini alır.

Birbirine zıt gibi görünen binlerce hale girip çıkan bir kadındır Gülbün ve serüveni, Derrida’nın, “diffearance” diye ifade ettiği sabitlenmezlik hali, ilahi aşka doğru bir bireyselleşme ve olgunlaşma serüvenidir.

Tasavvuftan da gıda aldığı kitabın sonuna doğru daha da hissedilir. Ama bunu medeniyet ve akıl ekseninde ayrıca gerçeğin üzerinde dönüştürür. Uçanları kaçanları yoktur. Elif Şafak gibi, entelektüel iddiaları içinde zoraki barındırarak, mistisizmin hayal ürünü saçmalıklarını, şizofren taraflarını taşımaz. Sana, bana, bize dokunur işte! Sabah işe giderken, senin yürüdüğün caddede yürüyen, diğer insanların hayatlarıdır. Konya sokaklarında gezen pelerinli ışık adamlarla, mucizeleri pek seven okurun ilgi alanlarından raiting derdine düşmemiştir. Ve bu yanı ziyadesi ile saygıyı hak etmektedir!

Roman’ın hatta daha ziyade sanırım “psikolojik roman” kategorisinde ele alınması gereken eserin; Safiye Erol’ün hocası olan A. H. Tanpınar’dan başarılı ve özgün esinlenmesi, benim gibi Tanpınar hayranlarının, dokusunu hissedip kokusunu alacağı hoşluklar taşır.

Tanpınar’dan eksiği; dünyayı yabancılaştıran ve onu eğlenceli bir alana götüren, bir araya gelmez gibi görünen şeylerin birleştirilmesi ile tanımlanabilen “goteks” tarzının, “absürd uyumsuzluk” tiyatrosu tadındaki keyifli geçişleri yoktur. Buna bir eksiklik değil bir tarz demek daha doğru olabilir. Ama çoklu okuma kültürünü sevenler ve Tanpınar’dan mülhem beklentilerini fazla yukarı çekenler için; o gülümseme ile karşılaşamayacaklarını belirtmek zorundayım. Daha ziyade “buhran”, boğulma, baskın bir acı hissi ve öfke hakimiyetinde kalacaklar.

*****

Öfkenin muhatabı; anlatıdan bellidir ki aile ve çocukluktan taşınan “nevrotik narsist” Ayhan!

Ablasına çocukken bir yumurtayı 5 kez yaptırdığı ve evin kadınlarının kendisine hizmette kusur etmemekte görevli olduğu Ayhan!

Dış hayranlık ve takdire bağımlılık, devamlı olarak parlaklık, zenginlik, güç ve güzellik uğrunda doyum sağlama arayışı, empati yoksunluğu…

Koca bir zavallı Ayhan!

Ve Gülbün’ün içine düştüğü psikozların temel nedeni, Ayhan’ın hastalığının filizleridir. Filiz diyorum çünkü bu psikozlardan yeni bir kadın yaratılmaktadır!

Bu zavallıdan, “Ben isterim ki bana gelen kadın canla başla teslim olup ayağım dibine düşsün, ben onu hücrelerindeki hâtıralara varınca kendime mâl edip temessül edeyim, onun artık rûhu da ben olayım cismi de ben. İşte böyle olursa onu elinden tutar, secde ettiği hâki-pâyimdem kaldırır ve kemal-i cûdu-ı keremimden başına bir taç giydiririm. O artık benim esirimdir, fakat sözümü yanlış anlamayın… Esir-i tacdârımdır.” diye kendini ifade edebilen ve bunu kadını onurlandırmak olarak anlatan hikaye kulaklarınıza çokta yabancı gelmeyecektir. Zira adını “ahlak”, “din”, “töre” olarak değiştirerek, bunları taşıması gerekenin sadece kadın olduğunu anlatan bu ve benzeri hikayeleri bir çok kez dinlemişsinizdir!

(Romanın en can alıcı noktası olan bu gelişimin dinamosu olan karakter bozukluğu konusunda Kernberg’in; Sınır Durumlar ve Patolojik Narsizim, eserinden meraklısı faydalanılabilir)

Bu sınır bir kişilik ile Gülbün’ü ne talep etmekten, ne de reddetmekten vazgeçmeyen Ayhan, yedi sene boyunca hem onun yeni bir hayata başlamaya geç kalması için çabalamış; hem bu araf ile onu azap içinde yaşatmıştır. Ayrıca; Gülbün’ün kendini ifade etmek derdine konuşmak için çabalaması karşısında, çözümsüz ve ortada bıraktığı sürecin belirsizliğinin, ona verdiği zarardan aldığı haz, içinize oturaacaktır satırlardan beriye!

Safiye Erol’un, “aşkın”lık, hikmet ve hakikate taşıdığı bu kadına roman boyunca yüklediği çaresizlik, bazı kadın okur için “ilahi aşk yolu” olsa da; bir kısmı için “yemişim böyle aşkın ızdırabını” gibi farklı karşılıklar yaratabilecek kadar başarılıdır. Ki bu bir roman için en değerli ölçüdür; bu denli yüksek duygular yükleyebilmek…

Bende, bu kurmacanın dehasını görebilmek; yazarın, üzerime yarattığı “öfke” ile beraber, sanatsal kimliğine hayranlığımı da aynı oranda artırmaktadır.. Hiçbir kadın yazarda daha yoğun hissedemediğim acı, acıma, öfke, buhran, acabalar vs. şeklinde yoğun bir kaos içinde, kitapla iç içe izledim olan biteni.

Hülasa;

“Kendi cehennemini katetmeden kim kendi cennetine vasıl olmuş?” diyen yazar, kurduğu cümlenin hakkını, tüm romanlarında, kadınlara yükledikleri üzerinden, ziyadesiyle taşıtmış ve taşımış.

Kitabı kapatırken sizin de ağır bir yük olacak omuzlarınızda.

Ve derin bir sorgulama! Kim zavallı?