Reklamlarda ünlü kullanımı bu sektörün en çok uygulanan yöntemlerinden biridir.
Hem o ünlünün ününden faydalanma hem de o ünlünün hedef kitlesine ürünü sunma ve o kitlenin ürün ya da hizmeti satın alması hedeflenir. Düz mantıkta bakıldığında aslında çok mantıklı gelen bir fikir, ancak Türkiye’de ünlü kullanımını şaşırtıcı bir şekilde başarısız uygulayan çok marka var.
İki Başarılı Örnek
Reklamlarda ünlü kullanımında yapılan hatalara bir anlam veremiyorum. Ya o reklamı üretenler ve o reklamda kullanılan ünlüyü seçenler cidden piyasadan habersiz ya da bu ünlü seçimlerinde ünlülerin menajerleri ile markanın yani reklam veren firmanın reklamcıları ya da ajansları arasında bizim de hesaplayamadığımız garip ilişkiler var. Reklamları izlerken çoğu kez bu adamı ya da bu kadını neden bu reklamda kullandılar ve bu kadar para bayıldılar diye düşündüğüm çok oluyor. Bu düşüncelere çevremde de özellikle üniversite öğrencilerinde de şahit oluyorum. Üniversitede eğitim gören öğrenci grubu ile bu grubun yaş olarak altında kalan lise ve ortaokul öğrencileri, yani ergenlerin günümüzde o kadar farklı bir dünyası var ki. Reklam ajansları bunu anlamıyor, anlamak istemiyor ya da bunu anlayacak kapasiteleri yok. Son yıllarda reklamlarda ünlü kullanımında benim aklımda iki tane ürün kaldı. Bunlardan biri Serenay Sarıkaya ile çalışan Elidor ve Murat Boz ile çalışan Avva. Elidor beş yıl önce Serenay Sarıkaya’nın baş rolünü oynadığı Medcezir dizisinin bir bölümünü de içine alan ve sonrasında büyük bir kampanyaya dönüşen reklamı ile çok ciddi ses getirmişti. Benzer bir şey sıfır bir marka, yani hiç duyulmamış bir marka olan Avva‘da da oldu. Avva Murat Boz’u markanın reklam yüzü yaptı ve Murat Boz üzerinden markayı hedef kitleye duyurmayı başardı. Her ne kadar arada bir Murat Boz, markanın önüne geçse de yeni bir marka için kaçınılmaz olan bu handikap markaya zarar vermedi ve Avva adını duyurmayı başardı.
Pepsi’nin Reklam Yüzü Hatası
Bu iki başarılı reklamın yanında pek çok başarısız ve anlamsız reklam kampanyaları da var. Bunlardan biri birkaç ay önce başlayan ve Beyaz’ın reklam yüzü olarak başrolü oynadığı Pepsi’nin reklamı. Bu reklamı görünce epey şaşırdım. Çevremde bu konuda sık sık analizler yaptığım dostlarımla da bunu tartıştık. Pepsi’nin bu reklam stratejisinde yüzü eskimiş ve genç hedef kitlede hiçbir karşılığı olmayan bir ünlüyü kullanmasına hiçbir anlam veremedim. Bu reklamı incelerken kendi kendime ya “Pepsi hedef kitlesinin yaşını orta yaş ve üstüne çıkartmak ve genç pazarı rakibi Coca Cola’ya bırakmak istiyor” ya da “Pepsi herhalde bir iş kazasına uğradı” dedim. Bunu bana düşündüren faktör reklam yüzü olarak kullanılan Beyaz’ın piyasadaki pozisyonu oldu. 1990’ların gençleri onu star yaptı. Bu 2005-2007 yıllarına kadar devam etti. Onu izleyen ve esprilerine gülen kuşak X kuşağı olarak adlandırdığımız 1960 ile 1979 yılları arasında doğan kuşaktı. O kuşak yavaş yavaş yaşlandı ve gençlerin yerini Y kuşağı aldı. Y Kuşağı 1980 ile 1999 yılları arasında doğan kuşak. Beyaz, bu kuşağın ilk yarısında doğanları da yakaladı ama bu kuşağın ikinci yarısı yani 1990’dan sonra doğan ve ergenlikleri internetle geçen nesli yakalayamadı. Bu nesil Türkiye’de şu an temel tüketici konumunda. Buna bir de arkadan gelen Z kuşağı olarak adlandırılan 2000 yılından sonra doğan kuşak eklendi. Z kuşağı annelerinin karnından internet bağlantısı ile çıktı desek abartı olmaz. Her şeyleri dijital dünyanın bir parçası. Televizyon seyretmiyor, gazete okumuyor, kendi ünlüleri var ve bu ünlüler dijital dünyada onların jargonunu kullanan onlar gibi yaşayan gençler. Bu ünlüler arasında eski televizyon ünlülerinin hiçbir yeri yok. Böyle bir basit analizde bile Pepsi’nin ne kadar hatalı bir ünlü kullanımında bulunduğunu anlamak mümkün. 1990 yılından sonra doğan gençlerin ne Beyaz’la ne de başka bir televizyon ünlüsü ile alakası yok. Bu neslin babaları ve anneleri ise bir dönemler Beyaz’a aşık olan eski gençler. Şimdi geçim derdinde ve çocuklarını mutlu etme derdindeler. Çocukları eğer ben Coca Cola istiyorum derse o baba ve anne allem edip kallem edip çocuklarına o Coca Cola’yı alırlar. Çünkü onlar için çocuklarının isteklerini yerine getirmek çok önemlidir. Pepsi bu reklam filmi yayınlandıktan sonra gazetelerin magazin sayfalarında yaklaşık 20 yıldır ezberlediğimiz bir haber de yaptırdı. Haberde Beyaz yine annesi ile beraber poz veriyordu ve yine evlenme muhabbeti yapıyordu. Bu nostaljiyi yirmi yıldır izliyor Türkiye. Hala bu argüman üzerine PR yapılması da ayrı bir felaket olarak zihinlerde kaldı.
Bu Tür Reklamlar Endüstriye Zarar Veriyor
Olaya düz mantıkla bakıldığında ben Pepsi’nin bu reklam kampanyasında başarısız olduğunu görüyorum. Bu uluslararası markanın nasıl olurda böyle önemli sosyolojik realiteleri düşünecek bir pazarlama ve reklam ekibi olmaz. Elbette bir bildikleri vardır ama bugün Türkiye’de reklam piyasasının yeteri kadar büyümemesini ve gelişmiş ülkelerin reklam harcamalarının seviyesine gelememesinin en büyük nedenlerinden biri de hatalı yapılan, plansız, programsız, ezbere yapılan ve dönüşleri düşük olan reklam kampanyaları. Bunun sonucunda ne oluyor? Reklam pastası büyümüyor ve medya piyasasının ekonomik yapısı olumsuz etkileniyor, sonra da medya çalışanları maaş alamıyor, medya patronları şirketlerini döndüremiyor. Konuyu nereye getirdin diyebilirsiniz ama reklam pastasının büyümemesinin tek suçlusu elbette bu değil ama suçlularından biri de bu tarz başarısız reklamlar.
Portekiz’in Fado ezgileri CRR’de
2013 yılında 12. albümü “Alegria” ile saf, ironik, içten bir anlatımla günlük hayatın içinden kadın ve erkek portreleri sunan daha sonra Portekiz müziğinde daha çağdaş tınılara yönelen ve 2016 yılında Menina, 2018 yılında Branco albümlerini yayınlayan Portekiz’in başarılı Fado Sanatçısı 20 Ekim’de Cemal Reşit Rey Salonunda sahne alacak.
Eleştirmenler tarafından tıpkı Amália Rodrigues'in bir şarkısının sözlerinde de olduğu gibi "Fado'yu yaşıyor ve Fado ile nefes alıyor" şeklinde övgüyle söz edilen Cristina Branco, Portekiz geleneksel müziğini hem kendi ülkesinin hem de dünyaca ünlü şairlerin sözleriyle buluşturarak Fado’ya kattığı rengi Türkiye’deki müzikseverle buluşturacak.
Günümüz için bir tarih sergisi açıldı
1930 ile 1945 yılları arasındaki dönemi kapsayan, fotoğraflar ile Türkçe-İngilizce metinleri içeren ve 34 panelden oluşan sergi, Anne Frank’ın trajik yaşamını ele alırken, arka planda Nazi rejiminin yükselişi ve Holokost’a yol açan süreçler, Nazilerin başta Yahudiler olmak üzere milyonlarca insana yönelik gerçekleştirdiği zulüm ve bu dönemden çıkarılması gereken derslere odaklanıyor. Anne Frank’ın hatıra defterinden yapılan alıntılar ve Frank ailesinin fotoğrafları, ziyaretçilere bu trajik öyküyü anlamalarında rehberlik ediyor. Sergi, ön yargı, ırkçılık, aşırı milliyetçilik, zulüm, direniş, insan hakları ve demokrasi gibi temaları kişisel öyküler ve görgü tanıklıkları üzerinden aktarıyor. Birçok Avrupa ülkesinde de sergilenen sergiyi bugüne kadar 10 milyondan fazla kişi ziyaret etmiş, tarih temalı etkinlikler çok değerli oluyor. Sergi 29 Eylül – 3 Kasım tarihleri arasında açık olacak. Meraklılara duyuralım.
93 Harbinden 9 Eylül’e Saklı Türküler
TRT bir kez daha çok güzel bir etkinliğe imza attı. Milli mücadelenin 100. Yılı kapsamında “93 Harbinden 9 Eylüle Saklı Türküler” adında bir konsere ev sahipliği yaptı. Bu konserde zafer ve şehitler için yakılmış ağıtlar, vatan özlemini dile getiren ve bugüne kadar hiç notaya kaydedilmemiş 15 türküye yer verildi. TRT Radyo ve Müzik Dairesi Başkanı Ahmet Akçakaya, bu türküleri 10-12 bin türkü arasından seçtiklerini belirtirken, eserlerin on tanesinin bugüne kadar hiç seslendirilmediğini, beş tanesinin ise notaya alındığı halde hiç kayıt altına alınmadığını vurguladı. Akçaya bu türkülerin gelecek nesillere kazandırılması adına CD ve plak formatında da yayınlanacağını söyledi. Bence bu tür araştırmalar Türkiye’nin müzik kültürü adına çok önemli. Bunları şu an sadece TRT yapıyor, oysa dünyada akademik araştırmalar yapan akademisyenler üniversiteler de var. Hatta müzikologlar da bu tarz araştırmalar yapıyor. Ben daha keşfedilmemiş ve notaya alınmayı bekleyen binlerce türkünün olduğuna inanıyorum. Bunların kayda geçirilmesi ve gelecek nesillere miras olarak bırakılması çok önemli. Ama bu iş sadece TRT’nin başına bir yük olarak bırakılmamalı. Üniversitelerin müzik bölümleri, konservatuvarları da bir şeyler yapmalı. Basın da bir şeyler yapmalı, müzik şirketleri de bir şeyler yapmalı. Hayat sadece o hamburger müziklerden ibaret değil. Dünya özünü hatırlıyor, kayıt altına geçiriyor ama biz bu konuda nerdeyse yokuz. Ne yazık ki dünyanın en zengin müzik kültürü de bizde, ama buna takan yok.
Nilüfer onkoloji anneleri için söyleyecek
Müzik dünyasının divaları arasına girerek efsaneleşen yorumcularından bir olan Nilüfer, daha önce Harbiye Açık Hava Sahnesinde verdiği Nurcan Karaca imzalı Senfonik Divalar projesinde bir kez daha sahne almaya hazırlanıyor. Nilüfer bu kez 24 Ekim günü Beşiktaş Belediyesinin katkılarıyla sahne alacak. Alper Kömürcü’nün yöneteceği kırk kişilik senfoni orkestrası eşliğinde Onkoloji Anneleri yararına sahne almaya hazırlanan Nilüfer, yetmişlerden günümüze kadar popüler olan klasiklerinden oluşan best of tadında bir senfonik bir konser verecek. Senfonik konserler her zaman güzeldir, özeldir. Mutlaka gidin, bu konserden çok zevk alacağınızdan eminim.
Türk Telekom’dan başarılı bir kriz yönetimi
Geçtiğimiz hafta İstanbul’da iki tane deprem yaşadık. Özellikle ikinci deprem İstanbul ve çevresini epey sarstı. Depremin olduğu 13:59’dan sonra yaklaşık bir on beş - yirmi dakika kadar cep telefonları çalışmadı. Bunun üzerine herkes isyan etti. Benzer bir durum daha önceki deprem ve benzeri toplumun genelini ilgilendiren olaylarda da oldu. Herkes o perşembe günü cep telefonu hatlarının şirketlerini linç etti. Neymiş efendim deprem olmuş da, cep telefonu hatları yine sınıfta kalmışta, cartta curtta. Ben bu tür klişe ve cahilce yapılan eleştirilere inanılmaz sinirleniyor ve boş muhabbet buluyorum. Özellikle sosyal medya ile beraber toplumumuz çok bilmiş oldu, bildiği bilmediği her şeye saldırıyor. Hemen eleştiri, hemen linç..
Doğal bir durum linç konusu oldu
Araştıran eden de yok, hurra saldırıyor herkes. Bunun nedenlerini araştıran sorgulayan yok. Türkiye’de Turkcell - Vodafone ve Türk Telekom bu konuda en önemli üç firma. Bu firmaların şebekelerinin belirli kapasiteleri var. Bu kapasiteleri atıyorum aynı anda 5 milyon kişinin konuşabileceği bir kapasite olduğunda eğer o anda 6 milyon kişi cep telefonlarına saldırıp aynı anda telefon açarsa doğal olarak konuşamaz. Dijital dünyada her şey kapasite ile doğru orantılı ve bu yatırımları yaparken hedefleriniz kadar yatırım yaparsınız. Hiçbir cep telefonu şebekesi hedeflediği kapasitenin iki, üç katı kapasiteye kadar varan yatırımlar yapmaz. Yapsa da kusura bakmayın saf olur. Bütçesini iyi kullanmamış olur, zarar eder ve iflas eder. Normal şartlarda bir coğrafyada yaşayan herkes aynı anda cep telefonuna saldırmaz. Ne zaman saldırır? Allah korusun bu tarz olağanüstü durumlar olduğunda. Bu bütün dünyada öyledir. Şimdi gidip GSM operatörlerinden kapasitelerinin üç dört katı kadar yatırım yapmalarını beklemek anlamsız olur. Geçtiğimiz perşembe günü de bu yaşandı. Herkes telefonlarına saldırdı ve doğal olarak hatlar yetersiz kaldı. Bu konuda farklı ülkelerde daha sert uygulamalar da var. Mesela Japonya’da yakın geçmişte yaşanan büyük depremde telefon hatları devlet tarafından kontrol altına alındı, öyle canı sıkılan hemen telefona saldırmadı.
Türk Telekom’dan özür hediyesi
Şimdi böyle bir atmosferde ben GSM operatörlerine yapılan eleştirileri haksız buldum. GSM operatörleri bu konuda somut bir açıklama da yapmadı ancak, Türk Telekom bu handikapı avantaja çevirecek bir eylemde bulundu ve “meydana gelen deprem şebekelerimizde aksamalara neden olmuştur. Mobil abonelerimize bir süreliğine de olsa kesintisiz iletişim sağlayamamanın derin üzüntüsü içindeyiz. Yaşattığımız bu olumsuz deneyimden ötürü içtenlikle özür diler, sabır ve anlayışları için müşterilerimize teşekkür ederiz. Yaşanan bu olumsuzluğu bir nebze de olsa telafi edebilmek adına, tüm mobil abonelerimize 2 ay boyunca aylık 5 GB, toplam 10 GB mobil internet tanımlanacaktır” açıklamasını yaparak müşterilerine iki aylık mobil internet hediye etti. Bence çok akıllıca bir eylem oldu bu. Allah bizi depremlerden uzak tutsun ama şunu da aklımızın bir kenarına yazalım, bu gibi toplumsal olaylarda cep telefonları bir süreliğine çalışmayacak. Bunu bilip ona göre iletişim önlemlerimizi de alalım.
Broadway Ataşehir’e taşındı
Kurucusu piyanist Didem M. Argüden’in liderliğinde 2006’dan bu yana faaliyetini sürdüren sanat okulu projesi 37 Sanat Merkezi faaliyetlerini geliştiriyor. Her yaştan insana sanatı aşılama misyonuna sahip bir eğitim merkezi olan 37 Sanat Merkez, öğrencilerine müzik, bale ve resim olmak üzere 3 farklı dalda, 7 gün sanat eğitimini artık Ataşehir’deki şubesinde vermeye başlayacak.
Milli Eğitim Bakanlığı, London College of Music ve Royal Academy of Music sertifika programları, balede ise Milli Eğitim Bakanlığı ve Vaganova sertifika programları uygulayan kurum ile ilgili piyanist Didem M. Argüden ve Didem Oğuz, “Sanat, çok disiplin ve özveri gerektiriyor. Amacımız, bireylere, özellikle de çocuklara, çaldıkları enstrümanı, öğrendikleri dansları, çizdikleri resimleri, ders olarak değil, evrensel bir dil olarak algılatmak. Hedefimiz, ezberden uzak, araştıran, doğaçlama yapan, üreten ve belli bir süre sonra öğretmenden bağımsız deşifre edebilen öğrenciler yetiştirmek.” diyor. Ben de inşallah diyorum. Sanat eğitiminde yoksun kaldık toplum olarak. Bunun sonuçlarını yaşamaya başladık. Bence belediyelerin bu kurumlarla iş birliği yapması lazım. Sanatın eğitimini bırakın sanat bilinci bile aşılayamıyoruz gençlere ve çocuklara. Sonra da abuk sabuk YouTuber’lar, popçularla uğraşıyoruz.