O kadar hızlı süreçlerden geçiyoruz ki; akşam uyuduğumuzda bıraktığımız gibi bulamıyoruz dünyayı...
Bugün günlerden insana dair “üç beş dip not” olsun mu? Müsaadenizle olsun...
O kadar hızlı süreçlerden geçiyoruz ki; akşam uyuduğumuzda bıraktığımız gibi bulamıyoruz dünyayı...
Yangınlar, kazalar, cinayetler, kavgalar, hırslar, egolar, entrikalar ve sonrası; şahit olduğumuz zamansız ölümler... Bir an durup “vay anasını be her şey boşmuş” dese de insanoğlu üç beş günü geçmiyor içindeki kurtlara yenilip kaldığı açgözlülük yerinden devam etmesi...
Sonrası yine aynı terane; kavgalar, savaşlar, yalanlar, tuzaklar...
Halbuki bir hoş seda bırakmaya ve sunulan nimetleri layıkıyla yaşayıp şükretmeye gelmiştik bu dünyaya... Sen-ben-o olmadan sevmeye ve sevilmeye gelmiştik de hatırlayabilene aşkolsun...
Evet sevmeye, sevilmeye, sevgiye layık olmaya ve emek vermeye gelmiştik şu dünyaya...
“Bakışlarında beni dinlendiren bir tılsım var ey can... Kıyısındaymışım gibi en sakin, en mis kokulu, en derin denizlerin... En uçsuz bucaksız ovaların, kekik kokulu dağların, adını özgürce haykıracağım zirvelerin... En cennete yakın duaların... Ve kıyısındayım şimdi Canözüm; yüzüme, ruhuma, yüreğime, avuç içlerime dokunan en Can Kokulu rüzgarların...” derken bile ihtiyacımız olan ve paylaşarak çoğalttığımız tek şeyin sevgi olduğunun farkına varamadık... Çünkü aptaldı insanoğlu!
Bunca Can Kokulu cümleye yüreğimizde yer verebiliyorken neden; daha, daha fazla, çok daha fazla, ennnn fazla demelerin sonu gelmiyor? Karnının değil gözünün açlığına itibar edenlerin “doydum bu kadar yeter” dediği bir yer var mıdır? Sizi bilmem fakat ben gözünün açlığına itibar edip yol alanların ne doyduğunu ne bu kadar yeter dediğini ne sevdiğini ne sevildiğini ne de huzurla başımı yastığa koyduğunu hiç ama hiç görmedim!
Velhasılı kelam “yaradılış özüne sadık kalmayan” insanoğlu ne huzur buldu ne huzur verdi! Halbuki bir tohumduk biz, Kainat’a doğru sevdayla üflenen...
Gelgelelim işin özüne... İnsanoğlu kendisine yüklenen manâya dair kodları keşfedip geliştirmeyi seçmek yerine işin kolayına kaçtı ve hırslarına, kibrine, açgözlülüğüne yöneldi! Ve her seferinde böyle oldu...
Sonrası da malum; yüreğinden hançerlemeye doymadığımız dünya her seferinde bitip sonrasında küllerinden yeniden doğdu. Ve bu düzen kim bilir kaç kez başa sardı... Sanıyor musunuz ki, ilk nesil biziz! Bence değiliz! Ne ilk ne de son nesil biz değiliz! Toprağın altından çıkanlar her seferinde bize bunu ispatlasa da kör-sağır-dilsiz olmayı seçiyoruz. Tarihi eserlere şöyle dikkatli bakarsanız çoğu eserin bilim-teknik-zeka yansıması şimdiki zamanın dahi çok üzerinde... O halde geriye kalan özet şu; dünya sayısız nesle ev sahipliği yaptı. Her nesil bir noktaya kadar geldi sonrasında bir şey oldu ve her şey sil baştan oldu... Ve sonra elde kalanlarla yeniden yol almaya başladı gelen nesil...
Halbuki bir hoş seda bırakmaya gelmiştik demiştim ya, gerçekten de amaç buydu aslında... Sevmek, sevilmek, üretmek, emek vermek, huzur katıp huzur bulmak, görmek, anlamak, dokunmaktı insan neslinin marifeti...
“Ey can; hasretinle ben yandım, tutuştum, küle dönüp pervaneler misali savruldum seni ararken” derken bile sevmeye ve sevilmeye olan meylimizi böylesine haykırırken neden sevgiye dair tüm ince dallarımızı hunharca kırıp atıyoruz anlamakta zorlanıyorum...
Evet er veya geç hayat denen curcunadan elimizi eteğimizi çekeceğiz... Ve bize kalan tek şey gördüklerimiz, yaşadıklarımız, emeklerimiz, bıraktığımız hoş sedalar olacak; kendi gitti adı kaldı mahiyetinde... Yani ömür bitse de yüreğimizin gücüyle yazdıklarımız baki kalacak şu gök kubbede...