Yazımızın konusu ise ölmek deyince aklımıza gelen kavramlardan biri olan şehitliktir.
Tasavvufa ilgi duyanlar şu ifâdeyi mutlaka duymuştur: Ölmeden önce ölünüz. Bu ifâdenin hadis-i şerif olduğu da iddia edilir: “Mutu kable ente mutu”. Bu ifâdenin İslâm açısından insanın dünyâda bulunma amacının yâni nefsini terbiye ve ıslah edip bunun sonucunda âhiret hayâtında cennete lâyık olmanın anahtarı olduğuna inanılır. Yazımızın konusu bu değil; ayrıntılı bilgi edinmek isteyen Google’dan bakabilir.
Yazımızın konusu ise ölmek deyince aklımıza gelen kavramlardan biri olan şehitliktir. İnancımıza göre bir insanın kendi irâdesiyle ulaşabileceği en yüksek mertebe şehitliktir. Şehitlerin bütün günahlardan (kul hakkı hâriç) arınarak cennete gittikleri ve orada Peygamberimiz ile komşu olacağına inanırız. Bu inanç, bizi düğüne gider gibi savaşa giden bir millet yapmıştır. Şehit olanların kazandığı mânevî mertebenin yanında, şehit annesi, şehit babası, şehit kardeşi olmak da kültürümüzde değer verilen bir sosyal statüdür.
Öldüğünde şehit olanların gasledilmemesi, kefenle değil de üzerindeki kıyâfetlerle toprağa verilmeleri, şehitlik kavramının çok derin bir anlam dünyâsı olduğunun göstergesidir.
Bu köşede daha önce kaleme aldığım bir olayı konumuz bağlamında bir daha anlatmak isterim. 15 Temmuz gecesinin ilk saatlerindeydi. Henüz Cumhurbaşkanımız canlı yayına çıkmamış ve halkımızı sokaklara çıkmaya dâvet etmemişti. Ben ise evimin bir durak uzağındaki Cumhurbaşkanlığı konutunun bulunduğu Kısıklı Meydanı’na gitmiştim. Meydan yeni yeni doluyordu. Üç vatandaşla ayak üstü konuştuk ve onlar (o zamanki adıyla) Boğaziçi Köprüsü’ne gittiler. O saatlerden sonra yaşananları herkes biliyor. Derken sabah oldu, ortalık iyice aydınlandı ve hâin darbe ve işgâl girişimi önlendi. Köprüye gidenler geri gelmeye başladı. Gecenin ilk saatlerinde konuştuğumuz üç vatandaşın ikisiyle dönüş yolunda, üstlerinde kan lekeleri olduğu hâlde yeniden karşılaştık. Köprüde sivil halkın üzerine açılan ateş sonucu şehit olan ve yaralanan vatandaşlarımızı taşıdıkları için kıyâfetlerinde kan lekeleri vardı. Onlar da beni tanıdı ve önce birbirimize geçmiş olsun dedikten sonra, yanlarında göremediğim üçüncü kişiyi sordum. Ben, bu kişinin evi başka bir yerde olduğu için evine gittiğini zannetmiştim. Oysa aldığım cevap çok şaşırtıcı oldu. Konuştuğum iki kişiden biri gülümseyerek “O şehit oldu” dedi. Ben de gecenin şokunu atlatamadığım için gayrihtiyârî “Siz de bir şey var mı?” diye sorunca ikinci cevap daha şaşırtıcıydı: “Bize şehitlik nasip olmadı be abi!”
Ben bu cevapların ne anlama geldiğini sâkinleşince idrak edebildim. Evet, şehitlik nasip meselesiydi ve herkese kısmet olmazdı. O gece abdest alıp sokağa çıkanların kimisi şehit oldu. Ayrıca bence o gece yaralanmasa bile sokaktaki herkes mânevî birer gâzidir.
Yaşarken şehit olmak
Peki şehit olmak için ölmek mi gerekiyor? Bu sorunun cevâbını verirken “ölmeden önce ölünüz” hadis-i şerifini dikkate almamız gerekiyor. Şahsî düşüncem odur ki, kendi içinde mertebeleri olan şehitliğin en üst mertebesine, yaşayarak yapabileceğimiz her şeyi yaptıktan sonra, elimizden canımızı vermekten başka bir kalmadıysa erişilmektedir. Yâni şehitliğin en üst mertebesine, ölümün son çâre ve son eylem olduğunda ulaşıldığını düşünüyorum.
Sana âguşunu açmış duruyor
Mehmet Âkif Ersoy’un Çanakkale Şehitleri adlı şiirinin son iki mısrasını hepimiz biliriz ve bilmeliyiz:
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.
Şehitlerin cennete Peygamberimiz’e komşu olacağı inancının başka bir ifâdesi olan bu şiirde, şehitlerin ebedî mekânlarının mezar değil, Peygamberimiz’in kucağı olduğu söylenir. O’nunla değil kucaklaşmak, O’nun metrelerce uzaktan görmek için hiç düşünmeden canını vermeye hazır olan milyonlarca Müslüman, acaba dünya hayâtında biraz sabredip âhirette bunu garanti altına almak istemezler mi? Bu, boş boş oturup bekleyerek gösterilen bir sabır değildir.
Peygamber’e komşuymuş gibi yaşamak
Kısa bir zaman önce kaybettiğimiz kıymetli akademisyen İrfan Çiftçi hocanın şu tanımı, yaşarken şehit olmanın yolunu ve yöntemini göstermektedir: “Medenî, olmak Peygamber’e komşuymuş gibi yaşamaktır.” İrfan Hoca’nın tanımına göre medenî (yâni İslâm’ın emrettiği ve uygulamasını Peygamberimizin sünnetinde gördüğümüz) olmanın en kısa ve en kesin yolu, yapacağımız her hareketi O görecekmiş gibi yapmak, söylediğimiz her sözü O’nun kulağına gidecekmiş ve O’nun haberi olacakmış gibi söylemektir. Arkamızı döndüğümüzde O’nu görecek olmak bizim yürüyüşümüzü bile ıslah etmez mi?
Ama bu fizikî olarak mümkün değil. Bir insan olarak Peygamberimiz aramızda değil. Yaptığımız hataları O’nun bizzat düzeltmesi veya yaptığımız güzel şeyleri O’nun bizzat takdir etmesi mümkün değil. Peki O, bir insan olarak görmüyorsa ve duymuyorsa, Allah görüyor ve duyuyor. Dahası bunu biliyoruz. Zorda kalınca “Allah’a havâle ettim”, “İşimiz Allah’a kaldı” diyoruz. Peki bizi işimizi düzgün yapmaktan, kısacası “sâlih amel” işlemekten ve kötü şeylerden kaçınmaktan alıkoyan nedir?
Şehitlerin Peygamber’e komşu olduğuna inanıyorsak, O, dünyâda komşumuzmuş gibi, her köşe başında O’nunla karşılaşacakmışız gibi yaşamak çok mu zor? Şehit olacağını bildiği için ölüme güle güle giden bizler, şehit gibi yaşamaya neden üşeniyoruz? Yoksa ölmek, yaşamaktan daha mı kolay?!