Başarılı yazar B. Nihan Eren, nefes almayı bambaşka açılardan ele alıyor yeni kitabı Nefeshane'de. Eren, sekiz öyküyle zenginleştirdiği kitabını ve yazım sürecini okurları için anlattı.

Yavaş (YKY,2008), Kör Pencerede Uyuyan (YKY,2015) Hayal Otel (YKY, 2020), kitaplarını okurlarla buluşturan Eren, YKY kitaptan çıkardığı yeni kitabı "Nefeshane" hakkında merak edilenleri anlattı.

-Kendinizi nasıl anlatırsınız?

Yazmakla hemhal olmuş biriyim. Hayattan çalarak yazma sürelerini artırmak ve hep daha fazla ve daha iyi yazmak için kendini bildi bileli uğraşan biri. Mesleğimi seçmemde de bu yönüm etkili oldu elbette. Yalnızca öykü yazarı değil aynı zamanda dizi senaristiyim. Hayatın bana gösterip, düşündürdüklerini kurguya nasıl evriltirim diyerek yaşar, sürekli notlar alırım. Kafam hep dalgındır ama aynı ölçüde çevreme karşı çok da dikkatliyimdir. Gözlerim ve kulaklarım etrafıma hep açıktır. Bu şekilde dört öykü kitabı ve 1500 bölüme yakın da dizi senaryosu yazdım. Yazmaya da devam ediyorum.

-Yazma tutkunuz nasıl ve ne zaman başladı?

Bu başlayışa dair net bir anım yok çünkü ben çok ufak bir çocukken de kafamda kurgular yapar, hikayelerin dünyasında gerçek ve hayalin belirsizliğinde yaşar ve bunun bütün insanlarda olduğunu zannederdim. Yani zaten hepimiz böyleyiz, olağan bu, gibi. Çocuklar kendilerine aşina olanın bütün insanlıkla paylaşılan bir şey olduğunu, dünyadaki tüm ailelerin, kendi aileleriyle aynı alışkanlık ve özelliklere sahip olduğunu düşünme eğilimine sahiptir. Kendi mikro ölçeklerini dünyanın geneline yayarlar. Fakat böyle olmadığını, dünyanın tekmilinin birden envai çeşit olduğunu genelde okula başladıklarında yani bildikleri evrenden çıktıklarında anlarlar. Bu elbette bende de böyle oldu. Aslında dünya dediğimiz yer son derece birbirinin örüntüsü bu anlamda. Bütün benzer kaderler birbirinin tekrarıdır aslında. Ben de mikro ölçekte toplumsal hayatla karşılaşmamla idrak etmiştim herkesin kafasında kurgular yapmadığını, hayatın aslında yaşanan ve anlatılan olarak herkeste ikiye ayrılmadığını. Bu idrak anının benim için çok tuhaf ve sarsıcı olduğunu söylememe ise zannederim gerek yok. Okumayı ise hep çok sevdim. Edebiyatın hem hayata dair yeni sorular sordurmada hem de hayatın taklidi olması bakımından, hayatı kavramaya yönelik, şaşkınlıklara yeni hayretler, tuhaflıklara yeni gariplikler, gerçek olana yeni bir boyut eklemesi bakımından mükemmel derecede muntazam işleyen bir mekanizması var. Edebiyatın bu yönüne hayranlığımsa hiç bitmedi. Sonra ben de yazmaya başladım. Defterler dolduran parçaları artık bir bütünlüğe kavuşturmanın zamanının geldiğine inandığımda, hikaye anlatmanın büyüleyiciğini de görmüş oldum böylece. 20’li yaşlarımın başındaydım ve Yavaş’ı yazdım. Yavaş benim için ürkütücü ve cesaret gerektiren, oyun gibi ama aslında son derece gerçek, saklandığım ama gizlenerek kendimi ortaya çıkardığım ilk yolculuğum. Onu hep böyle hatırlayacağım. Çünkü yazmak, yazmaya cesaret etmek sahiden de sonu belirsiz bir yol. Başlarken, nereye varacağınızı, iyi yazıp yazmayacağınızı, hayattan ve sevdiklerinizden çalarak tüm vakitleri küçük bir yazı masasında geçirmenin buna değip değmeyeceğini asla bilemezsiniz. Ama bir şey, size yazmaya devam etme, ne olursa olsun devam etme gücü verir. Bu güç işte hep sizinle birlikte olan, doğumla birlikte getirdiğinizi bildiğiniz o tözdür. Benim için de böyle, bir töz bir varoluş benim için yazmak. Aksini bilmiyorum. Yola da işte bu güçle devam ediyorum. Artarak ve hem kurgunun dünyasında olmaya sonsuz sevinç duyarak hem de ondan bir şekilde illallah ederek. Bu dilemmanınsa beni ayakta tuttuğunu biliyorum.

-Şimdilerde yeni kitabınızı raflarda görüyoruz. “Nefeshane” nasıl karşılandı, neler anlatıyor okura?

Nefeshane’nin umuda muhtaç olduğumuz, bir nefese bir aralığa çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde okura iyi geldiği, edebiyat vesilesiyle birbirimizle dayanışmamıza olanak sağladığı kanaatindeyim. Önce kendiyle sonra çevresiyle ritmik bir yaşam kurabilmek, bunun zorluğu, imkanlı imkansızlığı hepimizi zorlamıyor mu? Hele böylesi günlerde? Sevinçlerimiz yarım. Neşelerimiz kırık. Cesaretimiz yok sayılmış. Gençler imkansızlıklardan dem vuruyor, yeni olanaklara ulaşma bakımından, potansiyellerini ortaya çıkarmaları bakımından noksan ve yalnız bırakılmış hissediyorlar yani aslında bir tür yaşlılık gibi değil mi? Nefes alamayacakları ölçüde bir belirsizlik, sis durumuyla yaşamak… Yaşlılarımıza bakıyorum, son yıllarımda bunları mı görecektim diyor. Çocuklarımızsa ayrı bir alem. İşte Nefeshane bunu anlatıyor. Yalnız olmadığımızı. Bunun hepimizin kaderi olduğunu. Ve aynı zamanda bunun hepi topu bir tür hayat işleyişi olduğunu ve bir şekilde yine birlikte nefes alabileceğimizi hatırlatıyor. Biz buralardan geçeceğiz. Nefes alacağız. Çünkü hayat hep sürer. Nefes alabilmek için kendi alanlarımızı, kendi aidiyetlerimizi, nefeshanelerimizi yani yaşamlarımızın anlamını aramak, bulmak ve kovalamaya devam etmek için gereken gücü zarifçe hatırlatan bir yanı var Nefeshane’nin. Ve bunun okurlarda karşılık bulduğunu görmek elbette bana nefes aldırıyor.

"Yumuşak hiçbir yanı yok bu soluğun"

-Nefeshane ile toplumsal mesaj verdiğinizi düşünüyor musunuz?

Toplumsal mesaj tabirinin okurla yazar arasındaki mesafeyi dikey ölçüde derinleştiren bir yanı var. Mesaj yazardan okura doğru inen bir öğreti gibi hareket etmeye mahkumdur. Çünkü okurun bizden daha az bildiği, yönlendirilmesi gerektiği, bunun da en iyi mesaj içeren yapıtlarla yapılacağı ön kabülünden hareket eder. Bunun benim edebiyat anlayışıma aykırı olduğunu söylemek isterim öncelikle. Ben, tersine Nefeshane’yle birlikte bir dayanışmaya davet ediyorum okuru. Bu çukurda yaşamanın hepimizin başına benzer çorapları ördüğünü, hepimizi benzer bir sıkışmanın içine hapsettiğini, nefessiz bıraktığını söylüyorum. Yerini yurdunu bulamamış erkekler, erk olmaya zorlanmışlar, mülkiyete ulaşamamışlar, ulaşamadığı için aforoz edilmişler, mülkiyetin erkinin, gücünün altında nefessiz kalmış, kendini arayan, yaşamak isteyen kadınlar… Gerçek manada nefessiz kalmış kadınlar… Ölümle dinlenebileceğine inanan kadınlar… Şunu diyen kadınlar benim canımı hep çok yakmıştır. “Ölsem de kurtulsam, evin işi hiç bitmiyor anca ölünce dinleneceğim…” Bunu kadınlara söyleten nedir hep birlikte düşünelim isterim. Mağduriyet ve zafer, kazanma ve kaybetme, ölüm ve yaşam, bilim ve inanç, iyilik ve kötülük… Bütün bu ikiliklerin, bu ikiliklerin son derece hızlı yer değiştirebilme gücünde insanı nefessiz bırakan bir yanı var maalesef. Ama Nefeshane diyor ki; organize bir biçimde işlemeye alışmış bir iktidar mekanizmasının bizi, hepimizi maddi manevi benzer çöküntülerde nefessiz bıraktığını ama hayatın temel işleyişinin tüm mekanizmalardan bağımsız ilerleme gücü olduğunu söylüyor. Yani bizim buradan ancak birlikte çıkacağımızı… Ama kırarak ama dökerek, ama zarla ama zorla ciğeri şöyle bütün bütün dolduran bir soluğun peşinde koşmanın her şeye değer olduğunu hatırlatıyor. Bunda birlikte olduğumuzu. Bu kaderde de bir olduğumuzu, cesarette de bir olduğumuzu. Şöyle bitiyor Nefeshane… İstanbul’un soluğuyla. Çok yakından bildiğim bir soluk bu. Serttir de. Yumuşak hiçbir yanı yok bu soluğun. Öyle davetkar, tatlı filan da değildir. Buna rağmen beraberiz.

-Nefeshane kitabında bütün öykülerin İstanbul’da geçmesinin bir nedeni var mı?

İstanbul olağanüstü güzelliğiyle de, zorlayıcı kaosuyla da hep çok görkemli. Tüm bakımsızlığına rağmen kendiliğinden gelen bir güzelliği var ve Avrupa’nın önemli kentlerinden onu ayıran temel özelliği de bu diye düşünmüşümdür hep. İnsan eli gerekmeden de güzel olabilmiş bir şehir, gerçekten de çok büyüleyici. Yani şöyle bir ona bakıyorum, İstanbul’a iyi bakmıyoruz ki biz, bu aşikar zaten, ona kötü davranıyoruz, çok kötü hem de… İnsan eliyle onu mükemmel kılmaya bile uğraşmıyoruz, çünkü yapamayız ki zaten mükemmel o. Yetmez gibi bir de orasını burasını sürekli çekiştiriyoruz, üzerinde tahakküm kuruyoruz, çok para edersin diyoruz, şehrin resmen ciğerini deliyoruz ama o yine güzel. İnanılmaz. Güzelliğine hiç göz değmiyor. Hiç nazara gelmiyor. İstanbul işte bu yönüyle ürkütücü. Böyle insanlar da ürkütür beni. Aşırı güzelliğin verdiği bir korku vardır. Bilir misiniz onu? İşte İstanbul’un bu yönünü anlatmak istedim Nefeshane’de. Ehlileşmeyen, asla evcilleşmeyecek, asla senin olmayacak, sen olmasan da varlığını, o muhteşem güzelliğini sürdürecek, sana bir hiç olduğunu hep hatırlatan bir şehir. Bir kere tarihi çok eski. Altından hep başka bir şey çıkıyor. Yer üstü yetmez gibi bir de yer altları var. Çok garip. Onunla nasıl başedeceğin konusunda hep sınıfta kalırsın İstanbul’da. Seni yener. Paran olmazsa tükürür zaten ama olsa da yenemezsin. Dünyada başka böyle bir büyük şehir var mı? Yok. Bir de bu kadar tahrip ederek seviyoruz İstanbul’u yani tam bir Doğu usulü sevme alışkanlığıyla seviyoruz onu yaka yıka. Hiç iyi bakmayarak. Ama o yine aynı. Asla önemsemiyor. Dünyadaki diğer tüm büyük şehirlere çok iyi bakılıyor mesela. Bunu yapmaya zaten Rönesans’tan alışkın olan Avrupa kentlerinden bahsetmiyorum yalnızca. Ama her ülke kendi biricik şehrini koruma konusunda çok mahir. Sevdiceğini, yarenini korur gibi bir ihtimam gösteriyorlar şehirlerine. Fakat biz? Bir kadim şehir bu kadar da hor kullanılmaz gerçekten. İstanbul’un buna rağmen bu kadar güzel olabilmesindeki yan işte bu ve bu hem çok büyüleyici hem de çok ürkütücü. Yani biz olmadan da İstanbul İstanbul olmaya devam edecek, eder. Londra Londralılar olmadan Londra olamaz mesela Paris’se hiç olmaz. Roma zaten asla insanı olmadan olmaz ama biz İstanbul’un umrunda bile değiliz. Gerçekten umrunda değiliz. O yine hep güzel olacak. Görkemi de burada. Güzelliği de. Ürkütücülüğü de. Yabanlığı da. Kaosu da.

"FETHEDİLMİŞ GÖRÜNEN AMA ZAPT EDİLEMEYEN ŞEHİR"

Bir de İstanbul’un sevdiğim çok sevdiğim, adeta bu yönünü anlamak ve anlatmak adına onu Nefeshane’nin baş karakteri yapmadaki bir başka nedenimse şu; İstanbul içindekileri eğer görünmez olmak istiyorlarsa saklama, ortaya çıkmak istiyorlarsa parlatma, sahne ışıkları altına alma gücüne sahip. Çok ilginç değil mi? Janus gibi. Görülmek mi istiyorsun? Göstereyim. Saklanmak mı istiyorsun? Saklayayım. Çift başlıdır İstanbul. Taşrada toprak zengini yani üzüm bağlarının ağası ve eşcinsel– Vasıf’tan bahsediyorum- varlığını şöyle baştan başa, hiç korkmadan sakınmadan ortaya koymak için İstanbul’a muhtaç. Onu akrabalarından saklayıp kendi gibilerine gösteren tek bir şehir var dünya üzerinde; İstanbul. Bu nasıl bir aynadır? Hem saklıyor. Hem kendini ortaya koymasını sağlıyor. Nefeshane’deki öğretmen çiftse İstanbul’a saklanmak için, bu şehir kederlerinin üzerini örtsün diye geliyorlar. İstanbul onlara da tamam diyor, acınızı sizden saklarım ben. Veya Supernova’da, İzmir’in Seferihisar’ının mandalina bahçelerinden çıkıp ünlü bir oyuncu olan Rana, adı Rana’ydı, öyküde ismini yazmadım ama adı Rana’ydı, ona da istediğini namını, ününü veriyor, üstüne sahne ışıkları yakıyor. Gösteriyor onu. Bir şehrin bu kadar farklı nosyonu olabilir mi, kimisini gizleyecek, kimisini gösterecek. Saklanmak isteyene giz ve kuytu, görülmek isteyene sahne verecek. Böyle başka bir şehir var mı ki dünya üzerinde? Ben Nefeshane’de işte bunu anlattım. İstanbul’un kaos dediğimiz yönünün aslında bu olduğunu. Bundan kaynaklandığını. Göstermek ve saklamak, açmak ve kapamak, kazandırmak ve kaybettirmek, yitmek ve yitirmek, elde etmek ve elden kaçırmak… İçindekilerin şimdi ben oldum sanırken olamaması. Olamadım derken onun onun kuytusunda kıvrılıp iyi olmak. Nefes almak. İstanbul işte budur. Verir veya alır. Getirir veya götürür. Gösterir veya saklar. Ama bizden bağımsızdır hep. İçinde biz olalım veya olmayalım, İstanbul hep bu olacak. Fatih için bile buydu bence. Fethedilmiş gibi görünen ama zapt edilemeyen bir şehirdir o. Onu hiç kimse zapt edemedi. Yapamadı. Bu nasıl bir kaledir? Muazzam.

-Nefeshane nasıl ortaya çıktı, neden bu isim?

Pandemide İstanbul’da kalakalmış, ben de herkes gibi dışarı çıkamıyor, izin verilen süre içinde çıktığımdaysa maske yüzünden nefes almakta zorlanıyordum. Ben dışarı çıkmayı sevmem. Vaktinin büyük bölümünü evde geçiren, evde yazan, çalışan biriyimdir zaten. evde kalma durumu beni başta fazla zorlamadıysa da bu kez benim tercihim olmadığını görmek, zaman içerisinde bir tür kısıtlanma, hapsedilme hissi yarattı bende. Bu da nefes alamadığımı düşündürtüyordu. Halbuki en rahat ettiğim yer her zaman evim olmuştur. Kalabalıklardan kendimi eve attığımda hep derin bir oh çekmişimdir. Evimi ama özellikle de yazı odamı hep nefeshanem olarak görmüşümdür, bendeki ismi uzun zamandır budur yazı odamın. Bir de şunu da anlatmadan geçemem, bu kadar yazmayı seven, yazmakla hemhal olmuş bir insanken bile benim bir yazı odam çok sonra oldu. Ben ütü masalarında, mutfak masalarında, kafe masalarında, üniversite asistan odalarında, otel odalarında yazmışımdır. Kendi nefeshanemi öyle çok aradım ki başka ne hakkında yazabilirdim ki? Ama bir şekilde hep yazdım, her şeye rağmen hep yazdım. İnat eder gibi yazdım.

Pandemideyse İstanbul’a, üstelik içindeyken bile, inat etsem bile eremedim. Orada. Ben içindeyim. Ama yok. Benden esirgenmiş. Ben de nefes alamamak üzerine yazmaktan başka çare bulamadım. Sonuçta yazmak dediğiniz hepi topu bir özlemdir aslında. Özlemlerin, hayallerin, hasretin bir yansıması… Olabileceklerin, olamayacakların, olması beklenenlerin, hayal edilenlerin. Olmaz denilenlerin. Bunların peşinde koşmanın. Benim nefeshanem yazı masam. Oradan bir nefes aldırabildiysem ne mutlu bana.