Bir çekmecenin içi, düzenli de olsa, karışık da olsa çekmece kesinlikle çekmece diye mırıldandı.
Akşam saatlerini beklemeden, gelen yeni mobilyanın temizliğine uzandı elleri. Minicik, baş ucu komidinlerin küçük çekmecelerini sıvazladı. İyi bir ustanın elinden çıkan titiz işçilik içini gıcıkladı. Maharetli ellerin emanetini koruyacaktı. İçini, annesinin olası ihtiyaçlarıyla yerleştirdi. Düzeni severdi. Zamanla dağılacağını bile bile ince ince düzeltmekten asla vaz geçmezdi. Çekmecenin belirli bir şekli vardı. İçindekileri düzenlemek bu şekle göre oluyordu. İçindekilerin hepsinin birbirine karışmış halini hayal etti.
Bir çekmecenin içi, düzenli de olsa, karışık da olsa çekmece kesinlikle çekmece diye mırıldandı.
Bu bilgiyi bir yerlerden hatırlıyordu. Besteci, Gyorgy Ligeti, 1973-1974 yıllarında bestelediği orkestra parçası “San Francisco Polyphony” adlı eserini anlatırken bu benzetmeyi yapmıştı. Ne güzeldi, okuduklarının bildiklerine dönüşmesi!
Müziğin bazen anlaşılması güç nota biçimine dönüştüğü halleri olabilirdi. Önemli olan bu karmaşanın düzenli sınırlar içinde nasıl yerleştirilebileceğini bilmekti.
Dinlediği müziklerde bazen, anlaşılmaz bir ses kargaşasının yaşandığına dikkat kesildi. Müziğin imgesel simgeleri bu denli açık olsa, diye hayale daldı:
Bir notanın diğerinden daha yüksek veya alçak olduğu temel olandı. Yüksek notalar gökyüzünden, daha düşük notalar yer altının derinliklerinden mi geliyordu?
Tabii ki hayır, dedi kendi kendine.
Tizlerdeki notaların daha parlak, daha hafif ve yüksek oluşunu anlatmak için portenin üstlerine yerleştirildiğini kabul etti.
Peki ya bir eserin dokusu?
Çekmeceyi elleriyle sıvazladı.
Bir kütükten müzik yongaları mı çentiyoruz, diye mırıldandı.
Müzik için nesne benzetmesi çok daha derindi. Müziğin kağıt üzerinde aşağı-yukarı, soldan-sağa doğru hareket ettiğin gördü. Hareket eden neydi? Hayali bir nesne!
Bir bestede, ilk pasaj bir sonrakiyle karşılaştırıldığında, müzik, zamanın akışından çıkarılıyor ve zamanın akışına bağlı olarak hayali bir nesneye aktarılıyor olmalıydı.
Bu bir paradoks, dedi.
Müziğin bir zaman içinde tadılıyor olduğunu ama onu kullanmak hatta anlamak için zamanın dışına çekildiğinde, bir anlamda bozuluyor olduğunu düşündü. Duraksadı! Somut olarak, hayatlarımıza müzik paradoksu nasıl yansıyordu?
Dükkandan alınan bir CD, sanatçının müziği miydi? Müzik yapıtları deneyimin kendisi değil de şekilleriyse, satın alınan CD’ler insan sayısı kadar deneyime gebeydi.
Müzik eserlerini boş kabuklar olarak düşündü. Her bir CD’de aktarılan eserler, boş kabuk olarak düşünüldüğünde, müzik deneyimleri, hayali yapılanmayla yaşam kazanabiliyorlardı. Hayretle çevresine bakındı. Çekmeceye uzaktan baktı. Orada duran bir şeyi incelemekle eşleşen bir duyguyu müziğe dair tanımlamaya çalıştı. Kişisel algıların bir anlatımı olarak nesneye, bir çekmeceye yüklenenleri incelerken, bir anlamda insanlar kendilerine dönüyordu.
Müziğin paradoksuna gülümsedi:
“Orada duran” bir müzik eserini incelerken bir anlamda kendimizi de inceliyoruz! diye haykırdı.
İnsana dair olan, insan kadar oluyordu.
Hayali bir nesnenin, ayrı ayrı yorumlarından zenginleştiğini bir daha gözlemlemekten memnun olarak çekmeceyi kapattı.