Âdem ve Havva'nın neslinden olduğu için, onların günahlarının vârisi olarak insanın dünyâya günahkâr geldiğini vazeden Hrisitiyanlık, "tanrının oğlu" ilân edip çarmıha gererek Hz. İsa'ya ödettiği "ilk ve esas günah" söyleminin ardından aslında "bilgi" denen cevheri ulaşılmaz yapmış ve ulaşmayı sâdece ruhban sınıfının en büyük imtiyâzı olarak görmüştür.
Bu dünyâda bulunma sebebimiz, iki temel ontoloji açısından iki farklı bakış açısıyla açıklanır. Hrisitiyanlığı da kapsayan düalist ontoloji, meseleyi iyilik-kötülük veya günah-sevap ya da Tanrı-şeytan ikiliği üzerinden açıklar. Tanrı algısına da baba-oğul ikiliği üzerinden bakan bu ontoloji, Âdem ve Havva’nın, yasağa uymadıkları için cennetten “kovulmuş” ve dünyâya gönderilmiş olduğunu iddia eder. “Tanrı” bununla da yetinmemiş ve cennetten kovduğu Âdemoğlu’nu bu günahtan arındırmak için “oğlu”nu dünyâya göndermiş ve cezâsını çekmesi için çarmıha gerdirmiştir. Âdem ve Havva, yasaklanan yâni diğer bir ifâde ile “haram” kılınan şeyi yapınca (Yasak Elma’yı yiyince) birden utanırlar ve ayıplarını birer yaprakla örtmeye çalışırlar.
Diğer tarafta, merkezinde tevhid anlayışı olan ontoloji – ki bu, İslâm inancı ve ırkçı olmayan Türklük anlayışının da eksenini oluşturur – “yasak”, “haram” veya “günah” kavramlarını değil, “bilgi” kavramını esas alır. Düalist ontolojide insan, “kandırılan ve cezâlandırılan mahlûk” olarak “nesne” rolündedir. Oysa tevhidci ontolojide Âdem-Havva kıssası, diğer bir ifâdeyle Yasak Elma kıssası, insanın bilgiyle buluşması anlamı taşımaktadır. Bu anlam açısından bakıldığında insan, “nesne” değil, öznedir; edilgen değil, etkindir.
Yasaklanan elma değil, bilgi
Âdem ve Havva’nın neslinden olduğu için, onların günahlarının vârisi olarak insanın dünyâya günahkâr geldiğini vazeden Hrisitiyanlık, “tanrının oğlu” ilân edip çarmıha gererek Hz. İsa’ya ödettiği “ilk ve esas günah” söyleminin ardından aslında “bilgi” denen cevheri ulaşılmaz yapmış ve ulaşmayı sâdece ruhban sınıfının en büyük imtiyâzı olarak görmüştür. Ruhban sınıfından olmayanlar için “bilgi”, “yasak elma”dır. Ona kim ulaşırsa, şeytana uymuştur ve Âdem ile Havva’nın günâhını tekrarlamış olur. Bu, aynı zamanda Hz. İsâ’nın boşu boşuna çarmıha gerilmesi anlamına da gelir. Bu anlayış, Âdem’i kandıran şeytanın iş birlikçisi Havva’nın şahsında tüm kadınların “şeytanın ortağı” olarak görülmesi, Hz. Meryem hâriç bütün kadınların kirli, “ilk günâhın sebebi” olarak görülmesi sonucunu da doğurmuştur. Bu o kadar ağır bir ithamdır ki, kadının insan olup olmadığı tartışması 1215’te İngiltere’de yayınlanan Magna Carta (Büyük Ferman) Bildirisi’ne (Magna Carto Libertatum – Büyük Özgürlük Fermanı) kadar devam etmiştir. İncil’e dokunup dokunamayacakları tartışması ise daha uzun yıllar devam edecektir. Feminist ideolojinin ve “kadın hakları” söylemlerinin Avrupa’da çıkması da bu yüzden tesâdüfî değildir.
Düşünmenin hammaddesi bilgi
Hristiyanlık, inananlarını sınırsız kısıtlamalarla ve mahrum etmelerle (haram kılmalarla) kontrol altına alırken, İslâm, Kur’ân-ı Kerim’de birçok yerde “düşünmez misiniz” veya “akletmez misiniz” gibi ifâdelerle Müslümanları düşünmeye dâvet eder. Düşünmek de bilgi ile mümkün olan bir eylemdir. “Düşünenler için ibretler vardır” ifâdesi de (örneğin Nahl Sûresi, 13; Hicr Sûresi, 75; Nûr Sûresi, 44) tekrarlanıp düşünmeyi ve bilgiye ulaşmayı teşvik edilmektedir.
Bilgi, insana düşünebildiğini fark ettiren bir değerdir. Bilgi olmazsa, insanın düşünme yeteneği ve özelliği faal hâle geçemez. Bilgi düşünmenin mâlzemesi, fikir de o malzemenin işlenmiş ürünüdür.
Bilgi, neyin iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış, sevap ya da günah olduğunu öğrenip de yapıp yapmama sınavının adıdır. İşte Hristiyan kültürü ile bütün dünyâya “yasak elma” olarak yayılan anlayış aslında, insanın bilgi edindikten sonra sorumlu ve mesûl hâle gelmesidir.
Bilgi ve bilinç
Âdem ve Havva’nın şahsında insanlık, bilgi ile diğer canlılardan farklı hâle gelmiştir. Bunun bir kelimeyle ifâdesi “bilinç”tir. Bilinç, farkındalık ile başlayan algı sürecinin “anlama” seviyesine çıkmasıdır. Kişi, bireysel olarak kendi verdiği karar ile kullandığı algılarını, anlama sürecinden geçirir ve algılarıyla edindiği mâlumâtı bilgiye dönüştürür. Bilgiye dönüşen mâlumat, kişinin kendini ifâde kabiliyeti, yâni dile olan hâkimiyeti ile “açıklama” seviyesine gelir.
Bu yüzden hedefe ulaşmada atılan her adım, kat edilen her metre ne kadar değerli ise, nicelik olarak en küçük bilgi bile o derece değerli ve kıymetlidir. İnsanın yaşarken her an “bilinçli” olması gerektiği de bilginin nitelik olarak değerinin ispâtıdır. “Bilinci yerinde değil” denilen kişi, aslında sâdece nefes alıp veren ama hiçbir tepki veremeyen canlı bir organizma gibidir. Bilinç, ihtiyaç duyulduğunda başvurulacak bir algı duruma değil, sürekli ve kesintisiz olması gereken bir hâldir. Bu kesintisizliği sağlayacak olan da büyük ya da küçük, az ya da çok ama sürekli edinilen ve anlama seviyesiyle elde edilen bilgidir. Bilginin kısıtlanması, kesintiye uğratılması ya da “Yasak elma” gibi yaklaşımlara mahkûm edilmesi, aslında kişiyi bilinçsiz ve ne yapılırsa yapılsın tepkisiz hâle getirmek ve dünyâdaki sınavında soruları boş bırakıp yanlış bile yapmadan başarısız olmasına sebep olmaktır.