​"Toprağımızın Kokusu: Filistin ve İsrail'in Sesleri", Filistinlilerin yanı sıra ve eşit düzeyde İsraillilerin de fikirlerini açıkça belirttikleri objektif bir çalışma olmasına rağmen, aşırı Siyonist oluşumlar tarafından çok kötü kabul gördü ve Fransa'da boykot edildi. Bunu bir nebze beklemiş olabilirim. Fakat şunu hiç beklemezdim ki, yıllar sonra yayınlanan ve İngiliz işgaline karşı direnen bir Müslüman kadının hikayesini anlatan "Begüm" isimli kitabım da aynı muameleye tabi tutuldu. Bugün de bu boykot sürmekte. Filistinlilerin trajik insanlık facialarının bir sesi savıyla tehlikeli olduğum düşünülerek susturulmak isteniyorum.

'SUSTURULMAK İSTENİYORUM'

Hazır yakın ilişkiler içinde olduğunuz toplumlar ve yöreler ile başlamışken, bu kez uzun yıllarınızı geçirdiğiniz, önemli bir kitabınızı da atfettiğiniz, acıların artarak devam ettiği Filistin ve havalisine değinelim biraz da.

Filistin.. “Toprağımızın Kokusu , Filistin ve İsrail’in Sesleri” kitabım; onlar hakkında konuşmak yerine, onları konuşturmak istediğim ve özellikle politikadan söz etmeyi arzulamadığım bir çalışmaydı. Bu prensip doğrultusunda politikacılarla da konuşmak istemedim. Hatta Yaser Arafat ile görüştürülme teklifini de reddettim. Çünkü, benzeri şartlar için politik şahsiyetlerin söylemlerinin genelde klişenin ötesine pek geçemediklerini düşünürüm. Sonuçta halkı oluşturan olağan insanlar; çocuklar, kadınlar ve adamlar ile görüştüm. Fakat aramızdaki güvenin tesisi için uzun bir süreç ve sabır gerekliydi.. Sonuçta güven sağlandıktan sonra rahatça içlerini açabildiler. Uzun zamandan beri korkunç şartlarda yaşama mahkum olan Filistinliler, geçen her gün daha da beterine maruz kalmakta ve bu uzun süre neticesinde dünyanın zaten eksik olan ilgisi bugün maalesef tamamen bitme noktasına gelmiştir. İlk günden bu yana İsrail tarafından sistematik olarak adeta kemirilen Filistin topraklarında bütünlük kalmadığından bugün bir Filistin devleti kurulması dahi imkansız hale gelmiştir. Her tarafta yeni yerleşimler tesis edildiğinden, harita üzerindeki bu halini gravyer peynirinin delik deşik görüntüsüne benzetebiliriz. Çok sayıda Musevi hatta İsrailli Musevi dostlarım var. Yönetimlerinin davranış biçimi neticesi haliyle -kendilerine karşı her gün artan kin dolayısıyla- geleceklerinden son derece endişeliler. Arapların artan nüfusu ve benzer sebeplerden dolayı bir gün muhakkak duvara toslanacağını görebiliyorlar. Arzuları, gerçek bir diyalog neticesi Filistin’in bir şekilde kurulabilmesi. Fakat tabii ki bu talep İsrail hükümeti tarafından reddediliyor.

Az önce bahsettiğiniz ve bugün Türkiye’de artık pek bulunamayan “Toprağımızın kokusu: Filistin ve İsrail’in Sesleri” isimli kitabınızın bazı ülkelerde boykot edildiği izlenimini edindiğiniz ve basının kitaba olan ilgisizliği hakkında beyanınız olmuştu. Hatta “Begüm” isimli romanınız için de bu tutumun devam ettiğini belirtmiştiniz.. Sizce, neden?

Bu kitabı yazmamın sebebi; insanın boğazının düğümlenmesine yol açan ve de giderek artan insanlık faciasına değişik açıdan bakılmasını ve bir nebze de olsa dikkatlerin uyarılmasını sağlamak ve bu yolla da faydalı olabilmekti. Filistinlilerin yanı sıra ve eşit düzeyde İsraillilerin de fikirlerini açıkça belirttikleri objektif bir çalışma olmasına rağmen, aşırı Siyonist oluşumlar tarafından çok kötü kabul gördü ve sonuçta Fransa’da boykot edildi. Bunu bir nebze beklemiş olabilirim. Fakat şunu hiç beklemezdim ki, yıllar sonra yayınlanan ve İngiliz işgaline karşı direnen bir Müslüman kadının hikayesini anlatan “Begüm” isimli kitabımda aynı muameleye tabi tutuldu. Bugün de bu boykot sürmekte. Filistinlilerin trajik insanlık facialarının bir sesi savıyla tehlikeli olduğum düşünülerek susturulmak isteniyorum.

“Ülkedeki nüfus bölündü ve birbirlerini katleder hale geldiler”

Akrabanız da olan Ayşe Sultan’ın sabık zevci Suriye’nin ilk Cumhurbaşkanlarından Ahmet Nami Bey’di. Bugün Suriye’nin geçirdiği emsaline az rastlanan trajedi ve öncesinde de yine Irak’ta yaşanan hazin durum ve bu parçalanan toplumlar hakkında düşüncelerinizi paylaşır mısınız?

Düşüncem şu; Suriye ve Irak, İsrail için oldukça tehlikeli iki ülke olarak algılandı. Irak çok güçlü bir orduya sahip ve oldukça gelişmiş bir ülkeydi. Keza Suriye. Diğer hiçbir şey söylemeyen ve yapmayan ülkelerin aksine, İsrail’in politikalarına alenen karşı çıkıyordu. Bundan dolayı bu ülkelerin daha da güçlenmemesi düşüncesiyle Irak vuruldu. Yenildi ve şüphesiz görüldüğü gibi üçe bölündü. Suriye ise, ayrı bir facia yaşıyor. Ülkedeki nüfus bölündü ve birbirlerini katleder hale geldiler. Kanımca, neticede İsrail’e muhalif olan büyük her iki ülke de yok oldular ve parçalanma süreçleri devam ediyor.

Fransa dediniz.. Özellikle, doğduğunuz ve halen yaşamakta olduğunuz Fransız kamuoyunun bu konulardaki düşünceleri nelerdir?

Pek çok Fransız gibi zannımca değişik diğer ülkelerin toplumları da pek bir şey anlayamıyorlar. Biraz bilince sahip, bir nebze ilgilenen ve az da olsa bilgiye ulaşanlar ise şunun farkına vardılar ki, Irak büyük bir yalanın ardından yıkıldı. Bu yalan, toplu kıyıma yol açabilecek silahlara sahip olduğu savıydı. Bir çıkar uğruna büyük bir yalanla koca bir ülkenin yıkılabileceğini anlamaya başlayan Fransızların çoğunluğu bu sebeple siyaset adamlarına güvenlerini yitirdiler. Filistin’le ilgili ise belirtmeliyim ki, maalesef Fransa’da fikri bölünmüşlük söz konusu. Büyük ve yaygın medyada, önceden ne olduğu ve sebebi hiçbir şekilde belirtilmeksizin bir Filistin saldırısı haber yapılıyor. İsrail’e yapılan saldırının felaketi üzerine tarih unutularak yorumlar yapılırken, 70 yıldır Filistinlilerin evlerinden kovularak çektikleri unutuluyor. İsrail’in Birleşmiş Milletler’in vermiş olduğu İşgal edilen topraklardan çekilmesi gerektiği ile ilgili kararlarına uymadığı, hiçbir uluslararası kural ve karara saygı göstermediği göz ardı ediliyor. Genelde Fransa’da Ortadoğu’da yaşanan gerçeklerle ilgili yanlış intiba ve fikir vardır.

Suriye’ye gelince.. Son yıllarda Fransızlar büyük fikir ayrılığı olmaksızın, genel olarak Esed’e karşıydılar. Fakat bugüne gelindiğinde, DEAŞ’a karşı gelişen ve gün geçtikçe artan korku neticesinde Esed’in belki de kalması gerektiği düşüncesini dillendirmeye başladılar. Tabii son tahlilde Fransızların başkalarının çıkarlarından ve de her şeyden önce kendi çıkarlarını düşündüklerini de belirtmek gerekir.

Bu bağlamda geçen gün Amnesty Internasyonal temsilcisi Donatella Rovera’ya “Bugün ne oluyor?” sorusu yöneltildiğinde cevaben, “Yıllar boyu Esed rejimi altında zulüm gördük, inledik. Kimse umursamadı. Uzun süre DEAŞ baskısı altında zulüm gördük, inledik.. Kimse ilgilenmedi.. Ne yapmalı?” Sorusuna soruyla cevap verdi. Sahi bugün neler oluyor?

Bugün durum şu; Orta Avrupa’da DEAŞ tarafından düzenlenen terör saldırıları kendilerine yönlendiğinde başka bir şey ve büyük dram.. Dünyanın diğer yerlerinde insanlar telef olduğunda ise, “Felaket ve sair” deyip geçiyorlar işte.

Fransa’daki siyasal gelişmeler, seçimlere katılım oranlarının düşüklüğü.. İktidara gelen yeni siyasi oluşum ve bu yönetimin dış politika konularındaki öncelikleri ile projeksiyonu hakkındaki fikirleriniz..

Seçime katılmama oranı çok büyüktü.. Fransızların sadece yüzde 25’ini dahi alamayan bir oy oranıyla Macron seçilmiş oldu. Evet, kendini iyi tanıtan prezantabl bir şahsiyet, bu kısmı belki sevindirici olabilir. Fakat gün geçtikçe daha da iyi anlaşılıyor ki söylemlerinde sürekli çelişkiler mevcut. Her şey çok belirsiz ve sıkça fikir değiştiriyor. Dolayısıyla kimse pek bir şey anlayamıyor. Eski politik şahsiyetlerden topluma gına gelmiş olduğundan, genç yaşı ve de ne sol, ne de sağ çizgide olmadığını gösterdiğinden başlangıçta belli bir memnuniyet duyulmuştu. Bazı sosyal konularda biraz sol, biraz açık görüşlü fikirlerle yaptığı makyaj sayesinde ve toplumdaki bıkkınlıktan faydalanarak Parlamentoda çoğunluğu ele geçirdi. Fakat gerçekte ekonomik programı tamamıyla sağ temele oturtulmuş durumda. Parlamentoda kalan muhalif sayısı çok kısıtlı. Yeni iş yasası ve benzerlerine karşı toplumda oluşan büyük reaksiyon muhalefetin sokaklarda yapılacağını gösteriyor. Sonuçta bu da epey kötüye gideceğine işaret. Bu da ister istemez geçmişte Fransa’da başlayan sokak hareketlerinin Avrupa’nın geri kalanını ne denli etkilediği hatırlatıyor.

Dış siyasette de bu belirsiz politik tutum mu sürdürülüyor?

Tabii ki.. Fakat şurası şüphe götürmez gerçek ki, Angela Merkel’e çok yakın ve AB’yi çok önemsiyor. Bunun için Fransa’ya büyük ödünler verdirmeye dahi razı gözüküyor. Birliğin öngördüğü bütçeyi geçmemek için çabalıyor. En çok karşı çıkılan nokta da bu zaten, ya borçlanıp ekonomiyi ayağa kaldıracak veya küçük bütçe ile devam edip batacak. İşte temel sorun da bu.

“Fransız yetkililer büyük bir skandala imza atarak neticeyi “Evet” olarak gösterdiler”

Bu bağlamda kuruluşu ayrı bir zor süreç, bugün yaşadıkları ise ayrı bir karmaşık zor mekanizmalar sistemi görünümünde olan Avrupa Birliği.. Lider ülkesi Almanya’nın Birlik içi, keza Birlik dışı uyguladığı politikalar diğer bir önemli üye Fransa’dan nasıl görülüyor? Bu politikaların onay oranları hangi düzeyde?

Maastricht Anlaşması için Fransa’da referandum yapıldığı dönemde çoğunluk oyları kesin “Hayır”dı. Yani bu Avrupa istenmemişti.. Fakat Fransız yetkililer büyük bir skandala imza atarak neticeyi “Evet” olarak gösterdiler. Toplumun “Hayır” dediğine “Siyasi güç, gerekli değişiklikler yapılacaktır.” sözü ile devam ettiler. Sonuçta da hiçbir şey değişmemiş oldu. Dolayısıyla Fransa’da, genelde Avrupa Birliği’ne karşı çıkılır. Öncelikle bazı kuralların, tarım kesimi ve sair gibi toplumların büyük kesimlerinin zayıflamalarına yol açtığı düşüncesi önemlidir. “Evet” diyenler sadece azınlık, iş alemi gibi elit kesimdir. Böylece toplum ikiye bölünmüş oluyor. Bu da zaten seçimler sonrası haritalardan da açıkça görülüyor. Bir manada bugün Brexit’e benzeyen taraftarlar veya taraftar olmayanların bölünmesi söz konusu. Avrupa Birliği için yapılacak birinci eleştiri, kesinkes demokratik bir sisteme sahip olamadığıdır. Şöyle ki, bütün güç Avrupa Parlamentosu’ndadır. Fakat bu kurumun üyeleri halk tarafından seçilmemekte, siyasi otorite olan hükümetler tarafından atanmaktadır. Dolayısıyla böyle bir Avrupa sistemi kabul görmemektedir. Halkların çoğunluğu Avrupa’da bir birliği istemekte fakat azınlık ayrıcalıklıların birliğini değil de, geniş katılımlı tüm toplumların birliği arzulanmaktadır.

Toprağımızın Kokusu: Filistin ve İsrail’in Sesleri

Türkiye’de ilk baskısı 2004 yılında, dördüncü baskısı 2011 yılında yapılan “Toprağımızın Kokusu, Filistin ve İsrail’in Sesleri” isimli kitabı bugünlerde bulmak neredeyse imkansız..

Everest Yayınları’ndan piyasaya çıkan kitabın yeni baskıları yapılsa, en az daha öncekiler gibi hızla tükeneceği bir gerçek..

2002 yılının Mayıs’ında röportajlar yapmak üzere bir akşam vakti ulaştığı Kudüs’te, odasının balkonundan şehre bakarken “Osmanlı zamanından kalma mazgallı yüksek duvarların ardında, kiliselerin ve büyük camilerin yüksek minareleri seçiliyor; hemen yanı başında Davud yıldızını taşıyan mavi beyaz bayraklar dalgalanıyor.” sözleriyle paylaştığı ilk gözlemleri kitabın 9’uncu sayfasından..

Batı Şeria ve Gazze ile İsrail işgali altındaki toprakları adım adım gezme imkanı bulan Kenize Murad kitabında; kendi bağlarındaki zeytinleri toplamaları engellenen, bağlarını bahçelerini bırakıp üç kuşak mülteci kamplarına sıkışmış bir hayat yaşamak zorunda bırakılan, gece yarısı evleri basılan, genç yaştaki çocuklarını İsrail saldırıları sonucu kaybeden, İsrail hapishanelerinde işkence gören, günlük hayatları barikatlarla bölünen, çocukluklarının yegâne hayali “evlerine askerlerin gelmemesi” olan, İsrail’in kendilerine “lütfettiği” ölçüde su ve elektrik kullanabilen ve yine “lütfedilen” saatlerde sokağa çıkabilen, yerleşimlerin etrafında oyun oynadıkları için kurşunlara hedef olan ve sonunda bir kısmı, tüm bu işgale karşı şahsi olarak ortaya koyabilecekleri en kayda değer tepkinin “intihar eylemi” olduğu kararıyla hayatlarına son veren, Filistinlilerin hikayelerini aktarıyor.

Eserinde Murad’ın, Filistinlilerle yaptığı görüşmeler sırasında barikatlarda bekleme, yolların kapanması, elektrik kesilmesi, yerleşimci terörü, keyfi saldırılar gibi Filistin halkının yaşadığı sıkıntıların bir kısmına bizzat şahit olduğunu okuyorsunuz..

Kitabın 95’inci sayfasına geldiğinizde Murad’ın, İsrail’de yaşamalarına rağmen muhalif olan bazı İsrail vatandaşları ile de görüşmesinden aktarılan şu kısım sizi başka bir boyuta sürüklüyor:

Savaşmayı reddedenler hareketinden eski bir İsrail askerinin itirafı şöyle: “En dehşet verici deneyim de gece yarısı bir eve girdiğinizde, onları uyurken en mahrem yerlerinde bastığınızda, küçücük odalarının içinde yataklarının üstünde koca postallarınızla yürüdüğünüzde, evlerini aramaya başladığınızda, insanların size bakışı: Ağlayan, kendilerini canavarlardan koruyan annelerine sarılan küçük çocuklar. Hemen hemen her İsrail askeri bunun kötü bir şey olduğunu bildiğini ama aynı zamanda başka çarelerinin olmadığını söyler.”

İsrail toplumunda yaşayan ve düzenin bir parçası olduğu halde işgali sorgulayan bireylerin düşünceleri de kitapta yer buluyor. Toprağımızın Kokusu, Filistin ve İsrail’in Sesleri, 15 yıl önce kaleme alınmış olsa da Filistin coğrafyasında halen süregelen dramın insani boyutunu çarpıcı bir şekilde tekrar tekrar gözler önüne seriyor.

Kitabın 243’üncü sayfasında yer alan şu sözler belki de pek çok şeyi net bir şekilde özetliyor:

“Filistin köylerinin tek tük yanan ölgün ışıklarıyla uçsuz bucaksız bir tiyatroyu çağrıştıran İsrail tarafının canlı ışıkları arasındaki tezat o kadar çarpıcı ki…”