Anne-babasının ya da yakın akraba veya hısımlarının cenâzesine katılamayan, mezâra kendi elleriyle yerleştiremeyen, kefeninin bağlarını çözemeyip tabutu uzaktan seyredenler için, hiç de kolay tahammül edilebilecek acılar yaşanmıyor.
Tek bir olgunun farklı okumalarının yapılabildiği bir dönemden geçiyoruz. Hatta farklı okumalar farklı günlerde kendi içlerinden de farklılaşabiliyor.
Evet COVID-19 adlı virüs sebebiyle içinde bulunduğumuz durumdan bahsediyorum. Tek bir durum olmadığı için buna (Mustafa Kemâl Atatürk’ün Gençliğe Hitâbe’de kullandığı ifâde ile) “şerait” demek daha doğru olacak. Tek bir konu üzerinden söylenecek ne kadar da çok şey olabiliyormuş.
Bir tarafta Sağlık Bakanlığımız destansı bir mücâdele ile geri döndürelemeyen nâdir kayıplardan biri olan can kaybını en az sayıda tutmak için üst düzey fedâkârlık gösterirken, işin diğer tarafında ekonomik, iktisâdî, diplomatik, medyatik, sosyolojik ve antropolojik birçok yan ve alt başlığı var. Hiçbir insan hayâtından daha önemli ve değerli olmadığı için terâzinin bir tarafına sâdece sağlığımızı koymakta yarar var.
Yine de, can kayıpları oluyor. Amaç, bunu mümkün olduğunca alt seviyede tutmak ve enfekte olanlara mümkün olan en iyi sağlık hizmetini vermek ve tıbbî müdahale etmek. Koronavirüs sebebiyle hayâtını kaybedenlerin sayısının daha önceki benzer salgınlardaki sayılara kıyasla az olması, sevdiklerini kaybedenlerin acılarını yok edemez. Ölüm oranı dünyâ ortalamasında yüzde 5 civârında olsa bile, sevdiği kaybedenler için bu oran yüzde 100’dür.
Anne-babasının ya da yakın akraba veya hısımlarının cenâzesine katılamayan, mezâra kendi elleriyle yerleştiremeyen, kefeninin bağlarını çözemeyip tabutu uzaktan seyredenler için, hiç de kolay tahammül edilebilecek acılar yaşanmıyor. Kefen yerine ölü torbasının içinde, özel kıyâfetler içindeki belediye görevlilerin tarafından toprağa verilen her insan, onu kaybedenler için kaybın en üst seviyesi demektir.
Ölüm sessizliğin anlattıkları
Allah hiç kimseye kendi cenâzesine katılmayı nasip etmez. Bu, dünyâ hayâtımıza ve eşyânın tabiatına aykırı bir durumdur. Hiç kimse kendi cenâze namazında saf tutamaz. Cenâzeye katılanlar da, meftânın durumunu bilemez. Öldükten sonra olanlarla ilgili birçok şey anlatılır. Bu hâli tahmin edip kaleme alabilecek kadar hassas olan edebiyatçılar, ölümle ilgili nice dizeler ve uzun betimlerle dolu satırlar yazmıştır.
Fâni dünyâ hayâtına veda edildikten sonra, peşinden koşulan şeylerin hiçbir anlam ifâde etmeyeceği anlatılır. Mekân, makam, mevki, mal, şan, şöhret, para-pul, eş-dost, çoluk-çocuk hepsi geri kalır. Yahya Kemâl’in “birçok gidenen her biri” diye tanımladığı özneler, son sözlerini söyleme fırsatı olsa sanki, her taşı ve her ânı ile dünya hayâtının içinde insan olmayınca anlamsız olduğunu söyleyecektir. Elbette eşyâya anlam veren insanın da anlam vermesi taşıdığı rûha bağlıdır.
Özellikle “65 yaş yasağı” sonrası zorunlu ihtiyaçları tedârik etmek için, kendi arabamla dışarı çıktığımda geçtiğim caddeler, bu anlamsızlık içindeydi. Sanki koca İstanbul, kış aylarında terk edilmiş yazlık siteler gibi bomboştu.
Trafik ışıklarının hiçbir anlamı yoktu. Belediye otobüsleri çalışsa da, duraklarda onları bekleyen kimse yoktu. Geç gelen otobüsler kimsenin umurunda değil. Otobüsler arkaya ilerlemeyi gerektirmeyecek kadar boştu. Sanki âdet yerini bulsun diye çalışıyorlardı.
Trafik rahat aksın diye üç-dört şeritli yapılan otoyollar, sanki boşuna yapılmışcasına sokak araları kadar boştu. Anacaddelerde görünen araçlar otoyollara çıkmıyordu, çünkü kimse otoyolu kullanmayı gerektirecek kadar uzağa gitmiyordu. Şehir içindeki ulaşım bile anlamsızlaşmıştı.
Araç içinde geçtiğim sokaklarda kendimi, öldükten sonra yaşadığı yere geri dönen bir ruh gibi hissettim. Sanki herkes kendi cenâzesi sonrası, son bir kez yaşadığı yere geri dönmüş gibi, anlamsız ve duygusuz bir hâldeydi.
Koronavirüs, canına mâl olduğu insanların hayâtını gerçekten sonlandırırken, tehdit ettiği bizlere de kendi cenâzemizi hissetme duygusu yaşattı ve yaşatıyor.
Bu hâlin ne kadar süreceği belli olmaz. Duâ ve dileklerimiz, can kaybı haberleri almadan, resmî ağızlardan bir an önce enfeksiyon tehditinin sonlandığı duymak yönünde. O zaman yeniden yaşadığımız mekânlar, bizim ruhlarımızla anlam kazanacak.
Yaşadığımız hayâtın paylaştığımız mekânlarla anlamlı olduğunu acaba anlayabildik mi?
Bu günleri hatırlayıp anlamlı mekânların kıymetini bilecek miyiz?
Meselenin bulutların üstünde, mekân vasfı olmayan camdan ve çelikten evler yapıp başımızı sokmak olmadığı dersini ne kadar aklımızda tutabileceğiz?
Yoksa sınav için çalışıp sınavdan çıkınca her şeyi unutan ezberci öğrenciler gibi, hiçbir şey hatırlamayacak mıyız?
Hiçbir şey olmamış gibi yapıp, bir sonraki salgına kadar kendimizi mi kandıracağız?
Kendi cenâzemize gidip hayâtımızın anlamlı ve anlamsız taraflarını birbirinden ayırma ve ayıklama şansını yakaladığımızı düşünüyorum. Bence bu “Korona günleri” sonrasından yanımıza kâr kalacak en değerli derslerden biri bu olmalıdır.