13 Nisan'ı 14 Nisan'a bağlayan gece İran, İsrail'e misilleme saldırısında bulunmasaydı, bugün ABD-Japonya-Filipinler görüşmesini değerlendirecektik.
Japon başbakanını ağırlar, onuruna yemekler verirken ABD yönetimi kâğıttan kiraz çiçekleri ve pembe-mavi yelpazelerle süsledikleri salona memnun-mesut gelmişlerdi. Ne de olsa Asya-Pasifik, şu an için ABD’nin çuvallamadığı yegâne stratejik sahne gibi duruyordu. Oysa bu mutluluk kısa sürdü, aradan sadece 2 gün geçmişti ki İran, İsrail’i, İsrail topraklarını vurdu. Ve bugün 14 Nisan’da dünya yine ABD’nin Ortadoğu’daki stratejik başarısızlıklarını konuşuyor, “bir Çin’in Tayvan’a saldırması eksik” mealinde seslenişler havalarda uçuyor. Dolayısıyla uluslararası atmosfer birden değişti ve Ortadoğu odaklı olmaya geri döndü. Biz de farklı bir şey yapmayacağız ve bence İran-İsrail kapışmasında artık bir mihenk noktası oluşturacak 14 Nisan misilleme saldırısı ne anlama geliyordu diye bakacağız.
Saldırı nasıl algılandı?
Saldırı başladığından itibaren yapılan yorumların bir kısmı bu
saldırının bir tür danışıklı dövüş olduğunu söylüyor. Zaten ABD-İran,
İsrail-İran çekişmesine tiyatro oyunu diyenler de var. Eğer olayın kontrollü
seyretmesi konusunda bir akıl uyuşmasından bahsediliyorsa buna katılabilirim
ama onun dışında danışıklı dövüş nitelendirilmesi ile yaşananların
küçümsenemeyeceğini düşünenlerdenim. İran, İsrail topraklarına saldırmaya ve
İsrail’i vurmaya cesaret etti, buna kapasitesi olduğunu da gösterdi.
Dolayısıyla bu yani İran misilleme saldırısı, rakiplerin doğrudan karşı karşıya
kalması, kimin kime nasıl ulaşabildiğini göstermesi bakımından son derece
önemli bir hadise. Ancak bu hadisenin sınırlı ve kontrollü bir doğasının olduğu
da doğru. Öncelikle İran, bunu bir misilleme saldırısı, Tahran’ın Suriye’deki
diplomatik temsilciliğine yönelik İsrail’in gerçekleştirdiği saldırıya karşı
bir cezalandırma eylemi olarak formüle etti. Kısaca hadiseyi meşru müdafaa
hakkına dayandırdı. Öncesinde bu hakkın kullanılacağını uluslararası topluma
duyurdu, sürpriz bir saldırı gerçekleştirmedi. Neredeyse saldırı davul-zurna
ile geldi. ABD’nin kapı önünden-kapı arkasından İran tarafından
bilgilendirildiğini de öğreniyoruz. ABD dışında BM Güvenlik Konseyi daimî
üyelerinin, en azından bir kısmının, İran’ın kontrollü bir misilleme saldırısı
yapacağından şöyle ya da böyle haberdar olduğunu görüyoruz. İsrail’in önlem
alma fırsatı olduğu, önlem aldığı ve savunma sistemlerini çalıştırdığı bir gece
yaşadığını da biliyoruz. Bütün bu kontrol sonrasında doğal olarak İsrail de
“fazla bir hasar oluşmadı, İran balistik füzelerini yüzde 99 önledik, bu bir
zaferdir” havası oluştuğundan, işte İran güç gösterisinde bulundu, İsrail de
büyük bir kayıp yaşamadı, İran-İsrail savaşı diye günlerce davul çalınan bir
ortamda olay böylece geçişti gibi bir algı oluştuğu görülüyor. Bu algı ABD’nin
işine geliyor, İsrail’in işine geliyor. Ortadoğu devletlerinin bu işin
üzerlerine sıçramasını önlemek gibi bir derdi var, dolayısıyla oluşan bu algıyı
itidal çağrısı ile güçlendirecekler. Ve İran, zaten kendini-sınırlandırma
stratejisini dibine kadar uygulayan bir aktör, saldırının verdiği mesajın
birileri tarafından dost-doğru alındığının farkında, yukarıdaki algıyı bozmak
için konuşmak ve karikatürize videolar yayınlamak dışında bir şey yapmıyor. Bu
algı, tamamen yanlış değil ama bölgedeki stratejik dengeler ve İsrail’in aldığı
hasar konusunda gerçekleri de büyük ölçüde örtüyor.
Algının ötesinde gerçekler ne söylüyor?
En önemli ilk gerçek şu, İsrail’in caydırıcılığı 7 Ekim
sonrasında hasar almıştı. Bu hasarı İsrail bir türlü toparlayamadı. Toparlamak
için ABD, İsrail’in yardımına koştu. Dün yapılan saldırıda da ABD, İngiltere ve
Ürdün’ün misillemenin bir aşaması olarak gerçekleşen SİHA saldırısını bertaraf
etmek için İsrail’in yanında olduğunu görüyoruz. Ayrıca, bu süreç zarfında
İsrail’in nükleer silahlarla ilgili statüsü değişmedi, yani hala açıklamamakla
beraber nükleer silahlı bir devlet. Hala katmanlı ve güçlü bir hava savunma
sistemine sahip ve bu sistemi çalıştırabiliyor. Tüm bunlara rağmen, 7 Ekim’de
İsrail’in hasar gören caydırıcılığının 14 Nisan’da daha da hasarlı hale gelmesi
engellenemedi.
İran’ın saldırısı İsrail-ABD caydırıcılığına iki alanda
meydan okudu ve Tahran’ın kendi caydırıcılığına iki aşamalı olarak katkı
sağladı. Öncelikle ABD ve İsrail, İran’ı İsrail’e yönelik misilleme yapmaktan
caydıramadı. Dolayısıyla İran’ın İsrail’in efsaneleşmiş (bu efsane büyük çapta
sadece bir hikaye imiş bu arada) cezalandırma kapasitesinden çekinmediği ortaya
çıktı. Saldırının SİHA, seyir ve balistik füzeler ile İran’ın vekillerinin
yardımını da alarak gerçekleşmesi aslında Tahran’ın kendi cezalandırma kapasitesinin
güç gösterisiydi. İran, İsrail’in veya ABD’nin olayları tırmandırmasının
bedelinin İsrail’in 2.5 cepheli (İran-İsrail, İsrail-İran vekilleri, içeride
İsrail-Hamas-İslami Cihad vb) bir savaşa gömülmesi olduğunu göstermek istedi.
Zaten 14 Nisan sabahı bu mesajı keskinleştirir şekilde Hamas, rehine takası
anlaşmasını reddettiğini duyurdu. İran saldırısı, şu ana kadar çizdiğimiz
tablodan da anlaşıldığı üzere Gazze ya da Filistin sorunu ile ilgili değil ama
bu İran’ın Hamas’a desteğini Filistin meselesi üzerinde sürdürdüğü ve İsrail
ile mücadelesini Arap/İslam dünyası gözünde başka bir yere taşıdığı bir resim
çizmesini engellemiyor.
İran, bu saldırıda kendi “ileride savunma” stratejisini
dayandırdığı unsurları (milisler, füzeler, İHA/SİHA’lar) sergiledi ve İsrail
pek çok nedenle bocalarken, bu unsurlar ile İsrail topraklarına ulaşabileceğini
gösterdi. ABD ve İsrail, bu unsurların yüzde 99’unun ulaşamadığını duyurarak
ilk aşaması başarısız olan ABD/İsrail caydırıcılığını toparlamaya çalışıyorlar.
Ama o geriye kalan yüzde 1’e ne olduğunu açıklarken laf kalabalıklığı
yapılıyor. O yüzde 1, İsrail topraklarına ulaştı. Birkaç balistik füzenin
İsrail’in Nevatim askeri hava üssünü vurduğunu da İsrailliler kabul etmiş.
Hasarın “az” olduğu söylenerek olay geçiştirilebilir ama sonuç olarak İran,
İsrail’in topraklarında İsrail askeri üssünü vurmuştur. Bu bir yok-etme
saldırısı değildi, İsrail nükleer silahlı bir devlet, İran nükleer silah
eşiğinde bir devlet olduğuna göre birbirlerini yok etme savaşına itmeyi
düşünemezler, öyleyse İran, İsrail’e vermek istediği zararı, İsrail
caydırıcılığının güçlü olmadığını göstermeyi, İsrail’in askeri üssünü vurarak
göstermiştir. İran daha fazla zarar vermeye niyetli miydi sorusunun cevabını
aramak gerçekleşmiş bir eylem için artık anlamlı değil, ayrıca sorunun cevabı
evet de hayır da olsa sonuç fark etmez. Zira caydırıcılık algı üzerine oturur,
işlemediğinde artık sadece çok daha maliyetli olan savunmanıza dayanmak
zorundasınızdır. İsrail için -caydırıcılığı işlemediğinden- artık başarılı
savunma ve başarılı cezalandırma tek yoldur, ama oldukça maliyetli bir
yoldur-ki İsrail’in tamamen kontrol altında tuttuğu Gazze’de bile savunma ve
saldırı üzerinden hedefine ulaşamadığını ekleyelim.
Bundan sonrası
Bundan sonra ne olur sorusu da doğal olarak soruluyor. İran,
önemli bir güç gösterisinde bulundu. Bulunurken, ABD’nin İsrail karşı
saldırısına cevaz vermesi halinde Ortadoğu’daki ABD üslerini de hedef alacağı
tehdidinde bulundu. Bölge devletlerine İsrail karşı saldırısı için hava
sahalarını ve topraklarını kullandırmaları halinde İran’ın hedefi olacakları
tehdidinde bulundu. Bu tehditlerin hem ABD, hem bölge devletleri tarafından
ciddiye alındığını düşünüyorum. ABD, artık İsrail aracılığıyla İran’ı
dengelemekten çok uzak bir noktada durduğunu içten içe kabul ediyordur ancak
2011’den itibaren ardı ardına bölgede yaptığı hatalar kolayca bir yedek dengeleme
stratejisi oluşturmayı engelliyor. Direniş ekseni, Ortadoğu’da sokakların
direnişini ele geçirmiş durumda, buna yönelik bir rekabettin oluşturulması,
alternatif bir direniş ekseni ortaya çıkarılması da çok kolay değil. Bölge
1947’lerin bölgesi olmadığı gibi yeşil kuşak projelerinin tuttuğu 1980’lerin
bölgesi de değil. Bölge devletleri artık askeri ve siyasi olarak daha
kabiliyetliler, bu kabiliyetler doğal olarak en ihtiraslıları bile provokatif
adımlarla açık İran karşıtı bir tutum takınmaktan uzak tutuyor. Bölgede nükleer
yayılma riski bugüne kadar ötelendi ama artık nükleer yayılmanın önlenmesi
bölgenin büyük aktörleri arasında konvansiyonel çatışma riskini azaltmıyor, tam
tersi nükleer yayılmaya, nükleer silah edinimine yakınlık caydırıcılık oyununda
hala üst sınırı belirlemeye devam ediyor.
Bu ortamda İran rejimi şu an için rejim güvenliği açısından
koşullarını sağlamlaştırmış durumda. Rejimi devirme hayallerini Washington’da
gören olduğunu bile zannetmiyorum. İsrail, kayıpta bir savaş veriyor. Gazze’de
soykırım ve işgal üzerinden bir kazanım elde etse dahi bu kazanım kayıplarıyla
kıyaslandığında (-ki hatırlatalım 200 gündür hala stratejik açıdan İsrail’in
artı hanesine yazılacak bir kazanım elde edemedi, bol bol kan döktü o kadar-)
herhangi bir olası kazanç devede kulak kalacaktır. İsrail, savaş koşullarında
(insan ve para kaybı) savunma ve saldırı kabiliyetlerini kendi adına daha
bağımsız ve maliyetsiz hale getiremez. Tel Aviv, ABD’nin vekili olarak beyhude
bir İran’ı dengeliyorum mesajı verme ihtiyacına boğulacak. Taktik düzeyde bu
ihtiyaç Lübnan-Suriye-Irak hattında onun-bunun vurulduğu bir ortamı sürekli
kılar ama stratejik seviyede İran’ın daha kazançlı-İsrail’in daha kayıpta
olduğu bir çözümsüzlük noktasında bir tür kapan oluşur. ABD, bu kapana
yakalanmak istememe ve İsrail’in kaybetmesine izin vermeme arasında bocalar,
Biden ne yapsa kimseye yaranamaz. Gazze devam ettikçe Müslüman oylarını, İsrail’in
caydırıcılığı zayıfladıkça İsrail lobisinin oylarını kaybetmeye devam eder.
ABD, elbette, İran’ı olası nasıl dengelerim sorusu üzerinde düşünür. Avrupa dün
havada süzülen İran SİHAlarının Rusya’ya da satıldığını bildiğinden balistik
füze tehdidi vb ile her şeyi birleştirip, bir mucize İran’ı dengelesin diye dua
eder. Artık açıktan bir İbrahim Anlaşmalar silsilesi- Filistin meselesi
hallolmadıkça- mümkün görünmüyor. Ve eğer İran ile gerçekten anlaşılmayacak ise
(revizyonist bir aktör ile anlaşmak bölge için de küresel sistem için de çok
iyi bir şey söylemeyeceğinden, bölge aktörleri Süper İran fikrine soğuk
bakacağından) İran ile tırmanmanın kontrolü konusunda uyum yakalansa bile,
tehlikeli, silahlanmaya açık bir çözümsüzlük hali Ortadoğu’da devam eder. Zaman
ve koşullar bu çözümsüzlüğü İran ve İsrail’in birbirini yıprattığı, ABD ve
İran’ın İran’ın kazançları konusunda anlaşamayacağının kesinleştiği bir yere
doğru evirilse, bir yerlerde denge tekrar kurulur.