Birçok kişi onu, "Günaydınım" şarkısının bestecisi olarak tanır.

Ekonomik ve siyâsî gündem ne olursa olsun; ulusal veya uluslararası sularda hangi fırtınalar koparsa kopsun, sular durulunca laf dönüp dolaşıyor eğitim sistemine ve kültür-sanat meselesine geliyor. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın “kültürel iktidar” kavramıyla markalaştırdığı bu mesele, başımıza daha çok ağrıtacak gibi.

Oluşum sürecini yaşadığımız Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminde, yapılan her atama ve bu atamanın karşılığı olan her isimle birlikte, bu süreçte eksik parçalar tamamlanıyor. Parçaların birbirleriyle uyumu, sistemin başarısının ve verimliliğinin de bir göstergesi olacak.

Bu köşede birçok defa değindiğim kültür ve sanat konusundaki yapılanmanın çatısı kuruldukça, altındaki icra ve uygulama eksikliklerine sıra gelecek. Kültür ve sanat câmiâmızda ihtiyaç duyduğumuz, sanatçının ötesinde “sanatkâr” rol modelleri de zaman içinde ortaya çıkacaktır. Bu rol modeller hiç yok değil. Kimisi uygun “kültür iklimi” olmadığı için kenara-köşeye çekilmiş durumdadır. Kimisi ise, “büyük sanatkârlık âlemi”ne intikâl edip “hâmuşan” hâldedir. Ancak birçoğunun hâtıraları henüz kaleme dökülmeyecek kadar tâzedir ve ya yaşayanların ya da duyanların hâfızalarında korunmaktadır. Size bugün hâfızamda gözüm gibi sakladığım, unutmamak için her fırsatta eşime dostuma anlattığım birkaç hâtıradan ve bu hâtıraların kahramanından bahsetmek istiyorum.

“Monsieur Tanrıkorur”

Birçok kişi onu, “Günaydınım” şarkısının bestecisi olarak tanır. Vefat ettiği 28 Haziran 2000’e kadar, çoğu diyaliz makinesine bağlı hâlde yaptığı beş yüzün üstünde bestesi bulunan sanatkârımızın adı Cinuçen Tanrıkorur. Onunla çok uzun yıllar aynı sahneyi, aynı stüdyoyu ve meşk ortamını paylaşmış onlarca kişi dururken, Cinuçen Tanrıkorur’u anlatmak bana düşmez, ama benim kendime çıkardığım vazifenin konusu onun sanatı değil, tâvizsiz sanatçı duruşudur.

Cinuçen Tanrıkorur ile, biri öğrenciliğim sırasında ODTÜ’de verdiği konser, biri de evine yaptığım ziyâret olmak üzere, farklı zamanlarda dört ya da beş kez bir araya gelmişizdir. Ancak size aktarmak istediğim şey, söz konusu sanat ve Türk mûsıkî olunca onun takındığı tavırdan alınacak “kültürel iktidar dersi”dir.

“Öz vatanında garip, öz vatanında parya” muamelesi görenlerden biri olan Cinuçen Tanrıkorur, yurtdışı konserlerinden birini vermek için Fransa’dadır. Konser salonunun yeri ve büyüklüğüne bakmadan uyguladığı kurallarından birini bu konserde de organizatöre bildirir: Kendisi sahneye çıktıktan sonra salona hiç kimse giremez. Geç gelenler arayı beklemek zorundadır. Bu kural ihlâl edilip geç gelen kişi veya kişiler içeri alınırsa, konser bitmiş sayılır. Daha birçok katı kuralının yanında bunu da uygulamaktan çekinmeyeceği bilindiği için, geç gelen kim olursa olsun, konser arasını beklemesi gerekmektedir.

Konsere, 1981-1995 yılları arasında görev yapan zamânın Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterand da dâvetlidir. Konsere geleceği teyit edilmiştir. Ancak konser zamânı gelmiş olmasına rağmen, Mitterand gelmemiştir ve protokoldeki yeri boştur. Cinuçen Tanrıkorur, diğer bir hassasiyeti olan dakikliği ile sahneye duyurulan zamanda çıkar. Kapılar kapanır. Konserin ilerleyen dakikalarında Fransa Cumhurbaşkanı Mitterand gelir. Ama salon görevlileri, Fransa Cumhurbaşkanı’na, Cinuçen Tanrıkorur’un tâlimatı sebebiyle, geç geldiği için kendisini içeri alamayacaklarını söylerler. Fransa Cumhurbaşkanı Mitterand önce biraz şaşırır ama daha sonra beklemeye karar verir. Salon görevlileri cumhurbaşkanlarını ağırlamakla meşgul iken, konser devam etmektedir. Derken, konserin ikinci bölümü için ara verilir. Salondaki diğer dinleyiciler fuayeye çıkarken, Cinuçen Tanrıkorur da kulise geçer. Organizatör, kendisini durumdan haberdar eder ve Cinuçen Tanrıkorur ile Fransa Cumhurbaşkanı Mitterand bir araya gelirler. Mitterand, konserin ikinci bölümü başlamadan önce yapılan bu kısa görüşmede Cinuçen Tanrıkorur’a, “Monsieur Tanrıkorur” diye başladığı konuşmasında, bu yazının özü açısından çok önemli şeyler söyler. O ülkenin cumhurbaşkanı olarak çok meşgul olmasına rağmen, sanat ve kültür faaliyetlerini ve özellikle konserleri tâkip etmeye çalıştığını belirtip, Cinuçen Tanrıkorur’a müzisyen olarak yaptığı sanata gösterdiği ve gösterilmesini istediği saygı için takdirlerini ifâde eder. Ayrıca bir Türk sanatçısının alışılmışın dışındaki bu tavrın çok etkilendiğini belirtir.

Sanatçının kültürel tavrı

Burada amacım, Cinuçen Tanrıkorur’un ismen öne çıkartılmak değildir. Hele hele Mitterand’ı örnek görmek gibi bir amacım asla olamaz. Ama ihtiyaç duyulan rol modellere örnek vermek amacıyla bu olayı aktardım.

Akademik ve bilimsel anlamda ilk ud metodunu yazan Cinuçen Tanrıkorur’un işine verdiği önemle ilgili onu tanıyan herkesin söyleyeceği birçok şey vardır. Bu tavır, sâdece bir müzisyen veya sanatçı tavrı değil, bugün çok ihtiyaç duyduğumuz liyakat açısından her konuda örnek alınması gereken bir tavırdır.

Çaldığı sazını belden aşağıda tutmayan, ney’i abdestsiz eline almayan ve üflemek için dudağına götürmeden önce, öpen sâzendelerimiz hayatteyken, “ney çalan” ve ney’i baston gibi yaptığı “iş”in âleti gibi kullanıp suistimâl edenlerin, sanat ve insanlık adına söyleyecekleri tek bir kelime bile yoktur, çünkü bir duruşları ve omurgaları yoktur. Onların bu omurgasızlığı, orta seviyede bir protokol için bile konserlerin ve kültür programlarının dakikalarca geç başlaması gibi bir “kültür zâfiyeti”ne alışılmasına sebep olmuştur.

Bir sanatçı, hangi ülkede ve hangi mekânda, kaç kişiye hitap ediyorsa etsin, ne bekletme ne de bekleme lüksüne sâhip değildir. Ülkemizin kültür ve sanat faaliyetlerine yön veren makamlarda bulunanların görevlerinden biri de bu tavrın yerleştirilmesini sağlamaktır. Bu tavır, hem ulusal hem de uluslararası mecrâda, politik sınırları aşan bir ciddiyetle uygulanmadığı sürece, “kültür” ve “sanat” adına havanda su dövmeye daha çok devam ederiz.