Her damlası zümrüt olan, balığından turizmine, nakliyesinden eğlencesine, güzelliğinden güvenliğine kadar her konuda bizlere emanet olan denizlerimiz, kötü ve hor kullandığımız için can çekişiyor.
Ecdat yadigârı güzeller güzeli vatanımızın, dört yanını kaplayan mavi vatanımız, son günlerde tehdit ve saldırı altında. Üstelik bu saldırı yabancı bir kaynaktan da değil, bizzat tarafımızdan yapılmakta. Evet, maalesef ülkece üretimde ve tüketimde kullandığımız atık sularımızı boşalttığımız mavi vatanımız can çekişiyor.
Her damlası zümrüt olan, balığından turizmine, nakliyesinden eğlencesine, güzelliğinden güvenliğine kadar her konuda bizlere emanet olan denizlerimiz, kötü ve hor kullandığımız için can çekişiyor. Üstelik bu durum yeni de değil. Neredeyse kırk yılı aşkın süredir yaşadığımız sanayileşme ve şehirleşme çalışmaları, üretimde artış için kimyasal kullanımı ve diğer etkenler nedeni ile tüm sularımız kirleniyor... Su kaynaklarımızın, atık kontrolünü yeterince yapamadığımız için önce çaylarımızı, sonra nehirlerimizi ardından da denizlerimizi kaybetme noktasına geldik.
Her türlü atığımızı sanki kendi kendine yok olacakmış gibi derelerimize, nehirlerimize verdik. İstanbul İzmir gibi şehirlerimizin de kanalizasyonlarını denizlerimize direkt bağladık. Nihayetinde aslında beklenen ama göz ardı edilen sona geldik. Artık iç sularımız, göl ve akarsularımız nihayetinde de bu suların aktığı denizlerimiz can çekişiyor... Özellikle adeta bir göl gibi olan ve iç deniz diye tabir edilen Marmara Denizimiz gerek coğrafi yapısı ve gerekse de İstanbul, İzmit, Bursa, Yalova, Balıkesir ve Tekirdağ gibi illerdeki ağır sanayinin ve nüfus patlamasının kurbanı oldu.
Diğer bir iç denizimiz olan Karadeniz’inde, aynı akıbeti yaşamak üzere olduğu bilim insanlarımız tarafından açıklandı. Denizlerimiz arasındaki sualtı kırıntıları ve seyir halinde olan binlerce gemiyi düşündüğümüzde, yakın bir gelecekte Ege ve Akdeniz’in de benzer bir durumla karşı karşıya kalacaklarını söylemek kehanet olmaz.
Marmara Denizi, dünyada kendine münhasır özellikleri olan bir denizimiz. Yaklaşık olarak 240 km uzunluğa ve 70 km genişliğe, 11,500 km2 yüzölçümüne sahip olan bu denizimiz de görülen akıntı tipi, normal deniz ve okyanuslardaki dairesel tip yerine, doğu batı yönünde bir akıntıdır. Yani kendine özgü bir akıntı şekline sahiptir. Sırf bu durum bile onu özel kılmaya yeterken, içinde barındırdığı endemik türlerle de ayrı bir değer taşımaktadır.
Oysaki şimdilerde müsilaj (deniz salyası) adı verilen, denizimizi oksijensiz bırakan ve içinde yaşayan tüm canlıları öldüren bir sorun ile karşı karşıyayız. Üstelik bu müsilaj (deniz salyasının) oluşmasının, beslenmesinin ve üremesinin de sorumlusu bizleriz. Nitekim o kadar sorumsuzca, kimyasal ve diğer atıklarımızı denizlerimize boşalttık ki, artık denizlerimiz bunları kaldırmıyor adeta iltihaplanıyor. Nitekim Marmara’da ve yakın süreçte Karadeniz’de yaşanacak gelişmeler, uzun yıllar bu denizlerimizden faydalanamayacağımızı gösteriyor.
Denizlerin içinde yaşayan mikroorganizmalardan olan fitoplanktonların azot, fosfor ve diğer kimyasalların, denizlerimizde oluşan sıcaklık yükselmesinin de etkisi ile adeta üremede patlama yaşayarak, müsilaj (deniz salyası) tarihimizde hiç görmediğimiz bir şekilde Marmara’yı yüzey ev değişik katmanları başta olmak üzere hemen hemen tamamıyla kapladı. Yapışkan bir madde olan müsilaj (deniz salyası) öyle bir sorun ki yüzeyde kalsa ışığı keserek oksijenlenmeyi engelliyor, dibe çökse yumurta ve dip canlılarını adeta boğuyor. Bu maddeden kurtulmakta kolay değil. Çok büyük miktarlarda oluştuğu için temizlemesi zor ve masraflı olmakla birlikte denizde yaşayan hayatı da adeta kurutuyor. Yani kendimize ettiğimiz kötülüğü, bin düşman bir araya gelse yapamazdı.
Artık acı bir gerçekle yüzleşmemizin zamanı geldi. Bizler doğamızı çok kötü kullanıyor ona sahip çıkmak yerine doğamızı amansız bir şekilde kirletiyoruz. Sadece denizlerimizi değil. Tüm çevremizi ve doğamızı yaşanmaz hale getiriyoruz. Şimdi yapmamız gereken artık doğamıza saygı duymayı öğrenmek. Devlet olarak gereken adımlar atılıyor ve atılmaya da devam edecek. Bilim adamlarımızın görüş ve tespitleri hayati önem taşıyor. Çevre Bakanlığı hemen aksiyonlar aldı bile. Üniversitelerimiz araştırmalarını arttırıp, verileri paylaşıyorlar.
Önce temizlik çalışmaları ve diğer yardımcı çözümler yapılıyor elbette. Ama esas olan kirletmenin önüne geçebilmek. Zihnen ve günlük hayatta ürettiklerimizin ve tükettiklerimizin oluşturduğu atıkları azaltmak, çıkanları ise doğaya zararsız hale getirene dek arıtmak. Çöp atık takip sistemini acilen devreye almalıyız. Kanalizasyon ve atık su drenaj sistemlerinin sayılarını arttırıp bu konuda kontrolleri sıkılaştırmalıyız.
Tarımda özellikle fosfor, nitrit ve nitratlı gübreler olmak üzere kimyasal gübrelemeyi terk etmeliyiz. Zira toprakta biriken bu gübreler, yağmur ve sulama ile eriyerek iç sularımıza oradan da denizlerimize karışmakta ve denizlerimizdeki müsilajın adeta ana besin kaynağını oluşturmaktadır. Kıyılarda bulunan tüm tesislerimizin, fark gözetilmeksizin drenaj ve kanalizasyon çıktıları kontrol edilmelidir. Denizlerimizde seyir halindeki gemiler sıkı kontroller tabi tutulmalıdır. Sintine suları da önemli atıklardır. Sorunlu vaziyetteki gemi söküm sektörü acilen düzenlemelidir. Gördüğünüz gibi sorunlar büyük ve maalesef bohçamız yama dolu...
Ama unutmayalım ki bu vatan bizim ve evlatlarımızın ortak değeridir. Kendimiz için olmasa bile evlatlarımızın geleceği için hep birlikte beraber hareket etmeliyiz. Doğaya saygı doğayı korumakla başlar. Hepimiz içinde yaşadığımız doğamızın birer parçasıyız. Güzel bir Kızılderili atasözü ile son noktayı koyalım.'' Biz dünyayı atalarımızdan miras değil çocuklarımızdan emanet aldık...''