Bu strateji ile Çin, hem rakiplerini- en önemlisi de ABD'ni bir reaksiyon içerisine sokmadan mini minnacık adımlarla erişim ve kontrol alanını genişletmeyi umuyordu-ki nispeten başarılı oldu.
Son 15 gündür konuştuğumuz tek bir şey var: Çin’in yükselen diplomasisi. Bunun Şi Jianping’in yeni kurduğu kabinenin- özellikle de yeni dış işleri bakanın Wang Yi’nin oluşturmaya çalıştığı vizyon ile ilgili olduğunu düşünenler var. Beijing’in güvenlik stratejisi açısından iddialı bir dış politika izlediğini bilmeyen yoktur. Burada iddialı dış politikadan kastedilen aslında bir alan kapatma stratejisiydi. Bu strateji ile Çin, hem rakiplerini- en önemlisi de ABD’ni bir reaksiyon içerisine sokmadan mini minnacık adımlarla erişim ve kontrol alanını genişletmeyi umuyordu-ki nispeten başarılı oldu. Hem de insan kaynağı ve iktisadi potansiyelinin getirebileceği kazançları geri tepmeyecek şekilde sistemin sorumlu bir aktörü olarak görünmek derdindeydi. Asıl mesele mini minnacık adımların – zira örneğin nükleer denizaltı, uçak gemisi, yeni füze kapasiteleri gibi bazı adımları minik addetmek artık zordu- görünürlük kazanmasının ne şekilde engellenebileceği, engellenemiyorsa nasıl yönetilebileceğiydi. Bu meselenin giderek Çin için bir sorun haline geldiğini de diplomasi dilindeki iniş çıkışlardan anlıyorduk. Çini temsil eden yetkililer, elçilik mensupları ABD’ne ağzının payını diplomatik teamüllere uymayan bir biçimde veren sosyal medya paylaşımları bulunmaktan çekinmiyorlardı. Ancak, ABD’ne ağzının payını verirken Çin’in pek çok aktörü ürküttüğü de bir gerçek. ABD saldırganlığının ceremesini yıllardır çekenler, sistemde iki tane nobran büyük güce hiç ihtiyaç duyulmadığını da söylemeye başlamışlardı. Sonuçta “beyaz fil tarafından ezilmedik, sarı fil tarafından eziliyoruz aman ne güzel oldu” diyecek bir tutam çimen bulamayız bu hayatta.
“Çin korkusu” etiketi
“Çin korkusu” olarak etiketleyebileceğimiz bu çekincenin arkasında ABD’nin ittirmesi olduğunu söyleyen pek çok kesim var. Burada Çin’e yakın ve uzak aktörler arasında da bir ayrım yapmak gerekir. Şunu demek istiyoruz Çin’in burnunun dibinde olup Çin-ABD rekabetinin askerileşmesini izlemek zorunda kalan Pasifikteki ABD müttefikleri haliyle endişeliler. Çin ve ABD, son dönemde yayınladıkları belgelerde barış içerisinde bir arada yaşamaktan dem vuruyorlar ama barış içerisinde bir arada yaşama düsturunun altı 1960-1970’lerdeki gibi doldurulmuş değil. Adı tam konulmamış ekonomik karşılıklı bağımlılık, liberal iktisadi sistemi besleyen iki dev olmaya dayalı birbirini gözetme hali özellikle Washington için sıkıntı yaratıyor. ABD’nin Çin’den duyduğu sıkıntının temel nedeni, Beijing’in bir gün ABD’nin tam anlamıyla eşit rakibi haline gelme potansiyeli. Bugün için Çin’in bu pozisyonda olmadığını bilen Washington için elini kolunu bağlayarak barış içerisinde bir arada beklemek çok uygulanabilir bir seçenek değil.
Çin’e yönelik önalıcı bir ticaret harbi Trump zamanında denenip başarısız oldu, Çin liberal ekonomik sistemde çok önemli bir üretici ve çok büyük bir pazar, haliyle onu söküp atmanın bedeli çok kolay değil. ABD bu bedeli ödeyemeyeceğini, ödemek istemediğini Trump döneminde açık seçik gördüğünden Avrupa ile iktisadi rekabetin kendi lehine döndüğü bu dönemde kritik sektörlerini başkalarından bağımsız hale getirme güdüsüyle hareket ediyor. Bu ABD için millileşme-yerlileşme çabası, eğer başarırsa Washington’u Çin’e karşı daha sert, daha militarize bir çevreleme, sıkıştırma stratejisi uygulamaya itebilir. Dolayısıyla Pasifikte ABD’nin yanında yöresinde dolaşan aktörler için tehlike sadece Çin’in hedefi olmak değil, ABD’nin ayakları altında da kalmak. Bu nedenle düne kadar sahip olmayı erteledikleri askeri kapasiteler hakkında daha ciddi düşünüyorlar, hatta sonradan “gaf” olarak ifade edilen açıklamalarda bulunuyorlar. Seul örneğin geçenlerde nükleer silah geliştirebileceğini ağzından bir “gaf” olarak kaçırdı. Japonya’nın askeri normal bir güce dönüşmesini en çok Abe kadar isteyen Japon başbakanı da Ukrayna’da bizzat Zelenski’nin elini sıkarak Tokyo’nun Ukrayna Savaşındaki pozisyonunu eylemleriyle netleştirdi, gerekirse Batı güvenliğinin korunması adına istekli bir destekleyici olabileceğini gösterdi. Aslında Japonya akıllı bir oyuncu. Bu adımı ile derdinin sadece Çin olmadığını, tüm saldırgan, revizyonist, otokratik aktörlere karşı olduğunu da kamuoyuna duyuruyor. Böylece Çin’i hedef alırken, cepheyi büyüterek tam da Çin’i hedef almamış oluyor. ABD’nin Çin’i sıkıştırırken kullandığı temel retoriğe, demokrasilerin birliği retoriğine göz kırpmak da cabası.
Pasifik’ten uzaklaştıkça etiket silikleşiyor
Sözün özü askerileşme arzusu ve güvenlik endişeleri arasında kıvranan ABD’nin Pasifikteki müttefikleri için Çin korkusu etiketinin kullanılması kendi güçlenme stratejileri için iyi bir meşrulaştırma ve ABD’nin bu yolda müttefiklerine cömert davranması için de Washington’a bir davet. Ancak ABD’nin işi Pasifikten uzaklaştıkça zorlaşıyor. Hatta bu yönde uyguladığı baskılarda en çok başarılı olduğu AB coğrafyasında bile sorun var. Bu sorunun bu hafta gerçekleşen AB Zirvesini takiben su yüzüne çıkmasında ise Çin’in yeni diplomasi atağının payı var. Zira, Çin de yeni bir diplomatik söylem ile, arabuluculuk, çatışma çözümü, barış isteyen aktör olmayı merkeze alan bir retorikle ABD’nin saldırgan, istikrarsızlaştırıcı, esnek olmayan, ötekileştirici politikalarını başkalarının gözüne sokabilir miyim, dahası ABD tarafından ötekileştirilenleri yanıma çekebilir miyim diye düşünüyor. Bu yüzden ABD’lilerle temasta kullanılan nobran dil rafa kaldırıldı, küresel, barış-perver, liberal bir dil ve küresel sistemde reform isteğinin altının çizildiği bir söylem benimsendi. Diplomatik iddialılık süslü bir paketin içerisinde sunuluyor.
Bildiğimiz gibi Münich Güvenlik Konferansı’nda Wang Yi, sonradan Barış Planı olarak değerlendirilen bir Ukrayna Savaşı’na yönelik pozisyon belgesi ile Avrupa’ya gelmiş, Moskova ve Kiev ile görüşmüştü. Çin bu belge ile savaşa yönelik tarafsız tutumunun altını çiziyor ve bu tutumdan cesaret alarak tarafları barış için pazarlık yapmaya çağırıyordu. O zaman von der Leyen, aslında Çin’in tarafsız olmadığını, planın da barış planı olmadığını haykıran bir konuşma yapmıştı. Brüksel bürokrasisi ABD’yi kızdırmak istemiyor. Ayrıca söz konusu Rusya olduğunda Rusya ve Çin’in yakın işbirliği içerisinde olduğu biliniyor. Moskova ve Beijing’in ikili ilişkilerini “sınır tanımayan dostluk” olarak tanımladığı sır değil. Fakat köşeyi döner dönmez Avrupa’nın aklı karışıyor. Bazıları Çin-Rusya işbirliğinin askeri, siyasi, hatta ideolojik bir ittifak olduğunu da söylüyor. Gerçekten de iki tarafın ABD’nin tek taraflılığını dengelemek, ABD’nin söylemlerinin çelişkilerini ortaya dökmek gibi bir amaçları var. Bu amaç yolunda taraflar birbirleriyle paslaşıyorlar ama bu amaç ideolojik bir ittifak kurmak için yeterli değil. Keza taraflar Ukrayna Savaşı dahil pek çok konuya farklı siyasal bir vizyonla bakıyorlar, yani siyasal bir ittifak için hevesli değiller. Siyasi ve askerî açıdan birbirlerine rakip olmuş, olan, olabilecek olan iki aktörden bahsediyoruz dolayısıyla iki aktörün askeri bir ittifak oluşturmak için güçlü bir motivasyonu da yok. Temel amaçları ABD’ni dengelemek ve ABD-zedeleri yanlarına çekmek.
Çin, Avrupa’yı kazanabilir mi?
Rusya Avrupa’yı kaybetmiş görünüyor ama Çin için henüz geç değil. Bu bedenle Şi-Putin görüşmesinde verilen sıcak mesajların ardından, Wang’ın ziyaretleri sürerken Macron, “Çin’i kaybetmemek lazım” mealinde açıklamalarda bulundu. Scholz, Çin’in önemini tespit etti. Borell, Çin’in barış için çalışacağına inandığını söyledi. İspanyol başbakanı Sanchez, Çinli yetkililerle buluşmak için Beijing biletini aldı. Zaten tüm bu gidişatın ortak Avrupa duruşuna zarar verebileceğini gören AB bürokrasisi- daha iki ay önce NATO ile imzaladıkları iş birliği dokümanlarında Çin’i tehdit gören AB bürokrasisi- von der Leyen’i apar topar Macron’un yanında Çin’e gönderme kararı aldı. Anlaşılan Çin, güzelce paketlediği diplomatik iddiasını çok lezzetli bir şekermişçesine ABD’ye alan kaybeden, ABD tarafından sınanan aktörlerin ağzına yaklaştırıyor. Körfez çoktan bu şekerden bir ısırık aldı; Rusya çoktan bu şekerden bir ısırık aldı, eli mahkûm Rusya’ya şeker, çiçek ve gülücükle koşulan bir dünyada değiliz. Putin’in Şi’nin ziyareti sonrası yaptığı makul açıklamalardan da (biz Çin ile askeri bir ittifak kurmuyoruz, Avrupalılar Çin’e bizden daha bağımlı vb) Çin’in diplomatik yükselişini görmekten duyduğu hüznü anlayabiliyoruz. Mesele Avrupalıların bu şekerden bir ısırık alıp almayacağı. Kafilelerle Beijing yolcusu olan Avrupa liderlerine baktığımızda Çin’in elindeki şekeri yalayıp yutma isteğinin Avrupalılarda belirdiğini söylemek zorundayız. Bazı yorumcuların söylediği gibi Washington Tik-Tok ile uğraşırken köprünün altından çok su akıyor.