Bu sorunu bir devlet meselesi ve bir demokrasi sorunsalı hâline getirmek ve bununla mücâdele etmek oldukça zaman aldı.
Türk devleti büyük bir değişim geçirip imparatorluktan ulus devlete, meşrûtiyetten cumhuriyete evrilirken, (bilişim terimleriyle söylersek) işletim sistemine yerleştirilen vesâyet çipi mârifetiyle bir egemenlik sorunu içine düştü.
Bu sorunu bir devlet meselesi ve bir demokrasi sorunsalı hâline getirmek ve bununla mücâdele etmek oldukça zaman aldı. Zîra Meclis’in kürsüsüne “Hâkimiyet bilâ kayd u şart milletindir” yazıldığında, devlet yönetiminde vesâyetçi bir yapı olduğunu görmek mümkün değildi. Vehâmet bununla kalmıyordu. Bu vesâyetçi yapı, ferâset sâhibi, kalp gözü siyâsî konulara da açık ârifan tarafından görülse bile, bunu dillendirmek en iyi ihtimâlle “meczup” olarak yaftalanmak için kâfi idi. Kötü ihtimâl ise birçok kişinin başına geldiği gibi, “devlet düşmanı” olmak ve yağlı ilmiği gırtlakta hissetmekti.
Zâten Kızılay Meydanı’ndan ileriye geçmesi yasaklanan, ama “milletin efendisi” lafıyla sırtı sıvazlanan Anadolu insanının, değil Ankaralara gelmek, köyün çitini aşmaya bile cesâreti kalmamıştı. Yol olmadığı için bunu yapmasına da imkân yoktu.
İnancını ve âdetlerini yaşamak gibi hem mâsum hem de haklı bir istek karşısında yediği jandarma dipçiği ile Anadolu insanı, yıllarca süren savaş sonrası kendi sırtına basılarak kurulan devletin koyduğu Varlık Vergisi, Öşür Vergisi gibi yüklerin altında belini doğrultma fırsatı da bulamamıştı.
Osman Yüksek Serdengeçti’nin Nevzat Tandoğan’dan yediği okkalı bir tokattan sonra mâruz kaldığı “ulan öküz Anadolulu” hakāreti durumun özlü bir özetidir. Bu ülkenin insanı bu hakāreti daha sonra “bidon kafalı”, “karnını kaşıyan”, “makarnacı” gibi daha yaratıcı(!) ifâdelerde gördü.
Ama o dönemlerde bu vesâyet o kadar görünmezdi ki, etrâfına bakan biri herhangi bir şey göremezdi. Görülmeyecek kadar temizlenen bir cam gibi memleketin dört bir tarafına konulmuştu. Bu cam duvarlar bir taraftan bakınca kendini göstermezken, bu cam duvarları koyanların durduğu taraftan bakınca da, ayna etkisi yapıp arkasındaki halkın sefâletinin görülmesini imkânsız hâle getiriyordu.
Menderes
Cam duvarın varlığını ilk Adnan Menderes hissetti. Aydın’dan çıkıp geldiği Ankara’da halkın teveccühü arkasında olmasına ve CHP Aydın eski il başkanı olmasına rağmen, cam duvarlara çarpınca yüzü kanlar içinde kaldı. Camdaki kan izleri, 1960 Anayasası ile “temizlendi”. Ama artık cam duvarların varlığı, ne bir efsâne ne de bir paranoya idi.
Demirel, cam duvarın önüne çok defa geldi ama hep şapkasını alıp geri döndü. Cam duvarlara çarpmayı göze alamadı. Çünkü kendi ifâdesiyle başbakanlık makam odasında “hayalî bir dar ağacı” vardı. Vesâyet sistemi o dar ağacının gerçeğine Menderes’i asmış ve cesedini iki defa cezâlandırmıştı.
Özal
Demirel’in bu ürkek tavrı, cam duvarları koyanları cesâretlendirdi ve duvarları kalınlaştırmak için 12 Eylül 1980’de de bir adım attılar. Ama referandumda yüzde 92’lik “evet”e rağmen bu musibetten çıkan hayır, Cumhuriyet’in kaderinde bir dönüm noktası oldu. Turgut Özal, ne Menderes gibi safdildi, ne de Demirel gibi şapkasını alıp gidecek kadar ürkek davrandı. Cam duvara çarpıp yüzünü kanatmak yerine, bir taş attı. Bu taş, camı çatlattı ve cam duvarın varlığını inkâr edilemez hâle getirdi. “Temiz” olduğu için görünmeyen vesâyet camında artık bir çatlak vardı ve günbegün büyüyordu. Çatlağın büyümesini önlemek için boş durmadılar ve 28 Şubat oldu.
… ve Erdoğan
Taş atılmış, cam çatlamıştı. Artık iş, “surda bir mübârek gedik” açmaya gelmişti. Vaktiyle “öküz” denilenlerden bir Anadolu evlâdı çıktı. Lafı eğip bükmedi. Halk egemenliği duvara yazmakla olmaz, dedi. Millî irâde Meclis’te tecessüm etmiştir, dedi. Artık hem çatlak büyüyor hem de atılan taşlar yeni çatlaklar ortaya çıkarıyordu. “Mâsum Anadolu’nun saf çocukları” artık oyuna gelmiyordu.
Cam duvarlar, yenisi yapılmasına zaman verilmeden birer birer yıkıldı. Ortalık cam kırıklarıyla doldu. Ordu, yargı, emniyet derken, düşen takkenin altındaki kel de göründü. Koyun postuna sokulan kurdun sevdiği puslu hava, sağlam irâde rüzgârı ile dağıldı.
Gezi Parkı olayları sırasında bu vesâyet “F Tipi, Tayyibi bitirsin; biz nasıl olsa onları temizleriz” diye düşündü. Tencere tava havaları birkaç günde bitti. Ama F Tipi henüz esas yüzünü yeni göstermeye başlamıştı. Devlet içinde devlet kurdukları yeni yeni anlaşılıyordu. Terörist yapı yavaş yavaş kendini gösteriyordu. 15 Temmuz gecesi milletin tankıyla, milletin tüfeğiyle millete saldırınca terörist oldukları açığa çıktı. “Mars imamı” ile görüşecek kadar “büyük” işler yapanların kırk yılda kurdukları sistem on iki saatte yıkıldı. 16 Temmuz sabahı, cam duvarın yıkıntıları arasında FETÖ’nün de enkâzı vardı.
Her çeşit teröristin çıktığı bu topraklarda dünyânın başka yerinde benzeri görülmeyen bir terör örgüt tipi de ortaya çıkartılmıştı. Bâzıları Yunan’ın denize dökülmesinden daha rezil bir şekilde ülkeyi terk ettiler. Bâzıları da hukuk karşısında gereken cezâyı aldılar.
Son umutlarıydı
Evet 2023 genel seçimleri son umutlarıydı. 15 Temmuz’dan sonra ziraat ilacı vurulan haşerat gibi ülkeden kaçanlar, seçimden bir gün sonra gelmek üzere uçak biletlerini bile almıştı. Hevesleri kursaklarında kaldı. Onları yurda sokacak sonuç alınamayınca bu sonucun fâilleri birbirine düştü. Artık ortada çatlak cam falan kalmadı. Camın kırıkları o camdan medet umanları kesiyor artık. Kesildikçe kan kaybediyorlar. Kan kokusu, yenilginin hırsını azdırıyor. Zoraki kurulan menfaat odakları kendi üstlerine yıkılıyor. Aylar sonraki yerel seçimlerin sonuçları şimdiden belli olmaya başladı.
Vesâyet aklı farklı oyunlar kurarken, devlet aklı da aylık, yıllık değil; yüz yıllık hesap yapıyor.