Cebrail'i (a.s.) dört büyük melekten biri olarak biliriz. Vahiy meleği olduğu için de O'nun diğerlerinden daha üst bir makamda olduğuna inanırız.
Yazının başlık iddialı, farkındayım. O yüzden kelimeyi “büyük C” değil “küçük c” ile “cebrâil” şeklinde yazdım. Buna rağmen yazının başlığından rahatsız olanlar olabilir. Hatta fetva verip işi tekfire kadar götürenler olabilir. Mümin ve Müslüman biri olduğumu şimdiden belirteyim ki, benim yüzümden dinden imandan çıkmasınlar.
Cebrail’i (a.s.) dört büyük melekten biri olarak biliriz. Vahiy meleği olduğu için de O’nun diğerlerinden daha üst bir makamda olduğuna inanırız.
Cebrâil’in (a.s.), farklı sıfatları vardır: “Rûh-ül kuds” veya “Nomos” (yâni nâmus, kanun) gibi.
“Cebrâil” kelimesinin etimolojik olarak anlamı ise “cebr” aynı kökten geliyor. Yâni güç, kuvvet, iktidar anlamında. “İl” ise “ilâh” yâni “Allah”a karşılık geliyor. Kısacası Allah’ın gücünün ve kuvvetinin bir melekte tecelli etmesi demektir.
Cebrâil’i (a.s.) “vahiy getiren melek” olarak aldığımızda “Allah’ın âyetlerini peygamberlere getiren melek” olarak anlıyoruz. Ama “âyet” kelimesi sâdece kutsal kitaplardaki Allah’ın kelâmı demek değildir. “Âyet” kelimesi aynı zamanda “alâmet”, “işâret” gibi anlamlara gelir. Kâinattaki her şeyin istisnâsız Allah’a işâret ettiğini ve O’nun alâmeti olduğuna da îman ederiz. Demek ki, etrafımızdaki canlı cansız her şey Allâh’ın birer âyetidir. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim’deki 6236 adet (6666 değil) âyet-i kerim veya diğer hak dinlerin – tahrif edilmiş olsalar da – kutsal kitaplarındaki âyetler gibi, bir resule gönderilmeseler de, etrafımızdaki her şey, bir “işâret” hükmündedir.
Kur’ân-ı Kerim’deki âyetler Cebrâil (a.s) tarafından Peygamberimiz Aleyhisselâm’a getirilmiş ve gerektiğinde açıklanmıştır. Bundan doğan uygulamalar da farz ve sünnet olarak İslâm medeniyetinin mihenk noktaları olmuştur. Yâni Cebrâil (a.s.) gerektiğinde Peygamberimiz Aleyhisselâm’a modellik yapmış, alâmet ve işâretleri ve de onların anlamlarını göstermiştir. Bu sürecin “Ben okuma bilmem” ifâdesiyle başladığını hepimiz biliyoruz.
Peki birer melek olmadığımıza göre bir insan olarak nasıl “cebrâil” olabiliriz?
Bu sorunun cevâbını ben A’raf Sûresi’nde buldum. Allah, ilâhî kelâmında bize şunu söylüyor:
“Elbette âyetlerimizi yalanlayanlar ve îmânı kibirlerine yediremeyen kimselere göklerin kapısı açılmaz ve deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar, onlar cennete giremez. İşte günahkârları böyle cezâlandırırız. Onlara cehennemde ateşten bir yatak, üstlerine de (ateşten) örtüler vardır. Ve işte zâlimleri Biz böyle cezâlandırırız.” (A’raf/40,41)
Bu âyetlerde benim en çok dikkatimi çeken ifâde “göklerin kapısı”dır. Ulu ve yüce olan her şeyin yeri olduğunu düşündüğümüz göklerin, çoğul olarak ifâde edilmesi, bilginin çok katmanlı olduğunu aklıma getirdi. Burada atmosferin farklı katmanları olduğu gibi astronomik bir çıkarımdan bahsetmiyorum. Göklerin kapısının açılması, çok katmanlı bilgi ortamında, birbirleriyle bağlantılı olan şeyleri görme, anlama ve idrak etme noktasına gelindiğini düşünüyorum. Bunu yapamayanlar, yâni âyetler, işâretler arasındaki bağlantıyı bulamayanlar ise, işin içinden bir türlü çıkamayıp sürekli bir belirsizlik ve kafa karışıklığı yaşayacaklardır. Yâni aklî bir huzurdan uzak, âdeta cehennem azâbı çekeceklerdir. Cennet huzûrunun ya da cehennem azâbının dünyâda yaşanması gibi anlayabiliriz.
Göklerin kapısı ve kâlp gözü
İrfan geleneğimizde tasavvuf kültüründen günlük dilimize giren bir ifâde vardır: Kâlp gözü açıklığı. Halk arasında bu, herkesin göremediğini görmek olarak anlaşılır. Oysa bu iki âyet açısından bakıldığında kâlp gözünün açılması, göklerin kapısının açılması ve Allâh’ın âyet ve işâretlerini görme kabiliyetidir.
Göklerin kapısının açılmaması veya kâlp gözünün kapalı olması ise, insanın en rahat ettiği yer olarak ilk akla gelen yatağın ve üstündeki örtünün ateşe dönüşmesidir. Yaşadığı dünyâyı anlamlandırma derdinde olan, kendisine neden yaşadığını, nereden gelip nereye gittiğini soran ve bu sorulara cevap arayan insanoğlu, âyetleri yalanlanmadığında yâni görmezden gelmeyip onları anlamlandırdığında huzûra kavuşurken, yâni genel bir ifâde ile “hayâtın anlamı”nı bulurken, bunun aksini yapanlar için ateşlerle sembolize edilen bir hayat vardır.
Cebrâil (a.s.) Peygamberimiz’e getirdiği vahiy ile O’na göklerin kapısını açarcasına hayâtı anlamlandırma ve bu anlamı ümmetine aktarma kabiliyeti vermiştir.
Teşbihte hatâ olmaz, ruhsatına sığınıp şunu demek mümkündür ki, bize, kendi kabiliyeti sınırları içinde ve bizim kabiliyetimiz ölçüsünde âyetleri görmeyi öğreten her kişi bizim cebrâilimizdir. Bizim yolumuzu aydınlatır ve bize yol gösterir. Biz de bunu kendi ölçülerimizde başkalarına ne kadar yapabilirsek onların cebrâili oluruz.