Yazar olmanın gereğiyle diyelim ki yayınlatmayı düşündüğünüz eserlerinizi şu aralıkta basacağız diye yayıncıyla anlaşıyorsunuz.
Aslına bakarsanız hiçbir şeyin bahanesi yok. Gecikmenin bahanesi yok. Üşenmenin bahanesi yok. Yağmurun, fırtınanın, soğuğun, sıcağın, ayazın ve uykunun bahanesi yok. Sohbet ve muhabbetin, arayıp sormanın, gelip gitmenin bahanesi yok. İnsan bahaneler arkasına saklanarak ya mazeretini ya üşenmesini (ki üşenmek nefisten ve o da şeytandandır), ya trafikte kalmış olmanın bağışlanır bir tarafının olduğunu söyleyerek bir yol bulma adına uydurduğu bahaneler gibi. Bir şeyler yer içer, çay kahve muhabbeti ederiz faslıyla maruzatını ifade etme yolunun zeminine üretilen mazeretler vs. diye ifade edilebilir. Bir ihtiyacını gidermenin türlü bahanelerle örtülerek elde edilme çabaları gibi.
Yazar olmanın gereğiyle diyelim ki yayınlatmayı düşündüğünüz eserlerinizi şu aralıkta basacağız diye yayıncıyla anlaşıyorsunuz. Günler, aylar hatta yıllar geçiyor ve basılmıyor. Bir dizi mazeretler üretiliyor ve haklı olduklarını size anlatmaya çalışıyorlar. Oysa “ahitlerinizde durun” denilmişti. Piyasanın ekonomik durumu, pandeminin getirdiği problemler, kâğıt fiyatlarının dudak uçuklatan pahalılığı, kapak tasarımlarını tasarımcının bir türlü yapmaması vs. mazeretlerle yapılan ahitleşmenin - sözleşmenin bir önemi kalmıyor. Bahaneler insanı kurtarmıyor. Siz kendinizi affedebiliyorsanız biliniz ki karşıdaki insan da sizi affeder. Sizin bağışlayamadığınızı kim affedebilir ki? Gerçek af sahibi olan yalnızca Allah'tır. Tövbe edersiniz, pişmanlığını arz edersiniz, bir daha yapmamaya söz verirsiniz Âlemlerin sahibi affeder, bağışlar. Kul kendini affedebilir ise karşısındakini de affedebilir. Mazeretlerini kabul edebilir. Meselemiz kendimizi affedebilmektir. Kendimizi affedebilmek için de affedilmeyi gerektirecek kusurlardan, suçlardan, ayıplardan, günahlardan kaçınmaya özen göstermek icap ediyor.
Bir başka örnek; söz verdiğimiz halde sözümüzü yerine getirmedik. Hiçbir mazeret ileriye sürmedik. Böylesi usullerin cemiyette sıklıkla mevcut olduğunu ifade edelim. Hemen her günü birbirlerimizle ilgili sözleşmelerinde ya geç kalıyoruz ya haber vermeden bekletiyoruz ya da hiç gelmiyor ve sözümüzü unutuyor, unutmuş gözüküyoruz. Aslında bunun da affedilir bir yönü yoktur. Sözünde durmamak mümin olan insanın vasıflarından değildir. Mümin, söz verdiğinde sözünde durur. Sözünde durmayan insanın dini anlamdaki adı münafıklıktır. Münafık iki yüzlü, emanete sahip çıkmayan, söz verdiğinde sözünde durmayan, söylediğinde doğru mu yalan mı söyledi diye insanı ikilemde bırakan insanın adıdır. Mümin, sözüyle, özüyle bir olandır. Sözün namus oluşu da bundandır. Sözünde durmak erdemli insanların işidir. Erdemli insan, ihanet etmez, dosdoğru olur. Sözünün eridir. Sözü namus meselesi olarak görür. Ne pahasına olursa olsun sözünden dönmez. Söz sahibi olmak; emniyet, güven, teslimiyet, eminlik vasıfları içinde olmaktır.
Başarı, bahaneleri asla kabul etmez. Başarısızlıksa baştan sona mazeretlerle doludur. Bahaneler için uydurulan yalanlar kişiyi aldatır, kişiliği zafiyete uğratmak akla durgunluk verir. Başarılı olanlara bakıldığında görülecektir ki, asla mazeretle çıkmaz ve yine asla mazeretleri kabul etmezler. Başarıda güçlü irade, azimle yola devam etme ve büyük gayretlerin olduğu görülür. Günübirlik başarılar peşinde koşmayıp daha büyük ve kalıcı başarılar elde edebilmek için çalışmaktan başka seçenek yoktur. Bahane üretenlerin yalana yenildiklerini ifade edebiliriz. Bazı alışkanlıklar sınırın aşılmasını sağlar. Süreklilik arz ettiğinde ise tamamen doğruluğun dışında kalınmış olur. Doğruluk kaybedilince yalan istila eder. Yalan mazeretlerin hamurudur. Haddi aşan, sınırı ihlal eden, helali de terk eder. Helal ortadan gidince yerini harama bırakmış olur. İnsan fıtratı doğrunun, hakkın ve hayrın tercihindedir. Bahane üretenlerle, bahaneleri kabul edenler arasında pek fark yoktur. Her iki zümrede lekelidir. İnsan, fıtratını bir kez bozmaya görsün oraya şeytan yerleşir. Nefsin arayıp bulamadığı nokta fıtratın bozulmasıdır. Helali terk eden kendisini haramda bulur. Buna sebeptir ki bahane üretmekten kişi vazgeçmeli, sınırını iyi korumalı, nefsin(şeytanın) tuzağına düşmemelidir.
Akıllı insan, mazeretlerini - bahanelerini gömerek yola çıkar. Allah ve Resulünün razı olacağı işlerde savsaklama ve tembellik yapmaz. Bunun aksi ise mazeretlerle gerekçeler hazırlamaya yönlendirir. Havanın sıcaklığı, soğukluğu, şiddetli fırtına uyarıları, yorgunluklar, çoluk çocuğumuzu etkileme endişeleri, işi ve ihaleyi kaybetme, makamdan olma vb. birçok husus bahane üretmekte kişinin en zayıf noktasıdır. Tevbe suresi 81. Ayeti kerimede şöyle ifade ediliyor: “Allah’ın Resulünün çağrısına uymayarak seferden(cihaddan) geri kalanlar yerlerinden ayrılmamış olmaktan dolayı sevinç duydular; canlarıyla, mallarıyla Allah yolunda savaşmak (cihat etmek) istemediler, üstelik. “Bu sıcakta sefere çıkmayın” dediler. De ki: “Cehennem ateşi çok daha sıcaktır” anlayabilselerdi - kavrayabilselerdi.” Bu ayet, Tebük seferine katılmayan münafıklar için inmişti. Bahane üretmeden kırk kez düşünmek icap eder.
Mekke müşriklerinin inkârcı ve inatçı tutumla¬rı zulme, eziyete, açlığa, sürgüne(hicrete), şehadete yollar açmıştır. Yerinden yurdundan gitmeye, ailelerin dağılmasına sebep olmuştur. Elbette insanlık tarihinde ilk defa peygamberimizin karşılaştığı bir durum değildir bu ve benzeri haller. Daha önce gelmiş peygamberlerin de buna benzer hadiseler yaşadıklarına işaret eder. Her türlü eziyet ve işkenceye rağmen asla Allah'tan aldıkları emirleri tebliğ etmekten, onları tevhide davet etmekten bir an olsun geri durmamışlardır. Muhammet Ümmetinin de bunları bilmesi ve ona göre imanını muhafaza etmesi, ibadetlerini eksiltmeden artırarak tebliğe devam etmesi, hakkı üstün tutması, adaletten vazgeçmemesi, güzel ahlak sahibi olmaya özen göstermesi, mazlumlara şefkat gösterilmesi gerektiğini, yaratılmış insanın övülerek yaratıldığını bilmesi ve hakkı anlatması icap eder. Aksi takdirde Peygamberimizin bize bıraktığı Kuran ve Sünneti yani Ehli Beyti sevmeyi bir kenara bırakırsak nefsimize yenilmiş, şeytan istediğini elde etmiş olur. Kötü fiiller, suç ve ayıp şeyler, günaha açılan bütün kapılar nefse hoş gelmeye başlar. Mazeretler, bahane ve yalanlarla yoldaş olur. Önceki ümmetler gibi Peygamber Efendimiz Muhammet Mustafa (sav) de yakınlarını, çevresini, cemiyetini ve şehri olan Mekke'nin ileri gelenlerini yani Kureyş’lileri hakka davet etmiş, lakin onlar şeytana uyarak onu dost bilmişler, Peygamberimizden yüz çevirmişlerdir. Nahl suresi 63. Ayet bu durumu bizlere şöyle hatırlatıyor: “Allah’a andolsun, senden önceki çeşitli topluluklara da mutlaka elçiler göndermiştik; fakat şeytan onlara yaptıklarını allayıp pulladı. Bugün de şeytan öylelerinin velisidir. Onlar için dehşetli bir azap vardır.”
Peygamber Efendimiz (as) döneminde Müslümanların içinde Cedd b. Kays isminde bir adamdan bahsediliyor. Kalbinde türlü vesveseler, desiseler, nifaklar, hastalıklar, mazeretler yalanlarla öylesine iç içe girmişti ki kendisini bir türlü bu türden hastalıklardan kurtaramamıştı. Bir gün Peygamber (as)’a gelerek: “Ya Resulallah, ben nefsime düşkün bir adamım. Rum kadınlarının çok güzel olduğunu işittim. Aylarca sürecek bir yolculuk için ailemden ayrılıp gitsem, korkuyorum ki nefsime yenilir orada kadınların peşine düşer, yanlış işler yaparım. Yani günaha girerim. Bana izin verseniz de gitmeyip burada kalsam, günaha, yanlışa düşmeyip bu yolculuğa-savaşa gitmesem" diye izin istemiştir. Zahiren bakıldığında ne kadar ince, hassas, günahtan kaçınmanın yolu olarak zarifçe izin istediği gözüküyor. Oysa konu öyle değil, adam cihattan - savaştan kaçıyor. Şeytanın insana nasıl yaklaştığına dair bir hisse olsun diye aktardım. Konuyu iki ayetle bitirelim. Mümin suresi 19.ayeti kerimede: “Allah (cc), gözlerin hain-kötü bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” İkinci ayeti kerime ise Tevbe 49 da şöyle haberdar ediliyoruz: "Onlardan 'Bana izin ver, beni fitneye (isyana) sevk etme' diyen de vardır. Bilesiniz ki onlar (böyle diyerek) fitnenin ta içine düştüler. Şüphesiz ki cehennem, kâfirleri elbette kuşatacaktır."