Babam Duygu Mehmet Ataman. 1938 doğumlu.

Babam Duygu Mehmet Ataman. 1938 doğumlu.

O yılların Türkiye’si, Trabzon’u. Atatürk yeni ölmüş. Dünya 2. Dünya Savaşı’na doğru yol alıyor. 15 yıllık yeni bir Cumhuriyet.

Az ötede Sarp Sınır Kapısı ve Kars’ı, Ardahan’ı talep eden ‘Stalin‘ rejimi kaskatı.

Trabzon’da daha 30 yıl önceki Rus işgalinin izleri, bugüne bile kalan bazı ‘taş‘ binalarla dipdiri. Üstelik o yıllarda bu binalar daha da ‘göz alıcı‘.

Dedemin Trabzon’da ekmek fırınları ile beraber taahhüt işleri var.

*

İstanbul içinde araba kullanmaya başladığım ilk günlerdi.

Beşiktaş Evlendirme’nin önündeki parktan Çırağan Caddesi’ne dönerken bir kamyonun altında kaldım.

Hayatımın yani o ana dek sadece 18 yıl sürmüş olan hayatımın bazı anları gerçekten saniyeler hatta saliseler içinde bir şerit gibi geçti gözümün önünden.

Bilinçaltı, kişiye mutlu olduğu anlardan bir demet gösterirmiş. Doğruydu.

Ve o şeritte, çokça dedem de vardı, babam da…

*

Mutluluk anı koleksiyoneri olmayı en önemli ‘toplama‘ faaliyeti saydım hep.

Bir çok insan başarı, para derken ve esasında bunları edindiğinde mutlu da olduğu görülür veya o kendini öyle zannederken sonra elinde sağlığını yitirmiş bir beden, bozuk bir iç dünya ve etrafında bekleyen varis adaylarıyla dolu banka hesaplarıyla ‘gün sayar‘ hale geliyor.

O şerit bana, ‘farklı şeyler yap, herkes birbirini taklit ediyor, kolayı seçiyor, zor da olsa, başta anlaşılmasa da farkı ve ülkeye de, insana da, sana da bir şeyler katanı yap. Yaptığın şeyi hem öğren hem öğret. Ve ne yaparsan yap, iyi yap, en iyisini yap. Başar. Başarın mutluluk olsun. O da sana şeritte yeni kare …’ der durur hala…

*

Çocukluğumun en büyük dertlerinden biri babamın ne iş yaptığını anlayamamam idi. Bazen evde, elinde mikrofon, ses kayıt cihazı (bunları sonradan algıladım tabii) ile konuşmalar yapan, dönemin .. Partisi’nin broşürleri vs nedeniyle bir siyasetçi gibi idi.

Bazen dedemin fırınına gider tezgahta orayı yönetir, köylere gidecek ekmekten, kente dağılacak olana işin organizasyonunu kontrol eder idi. Babam fırıncı mıydı?

Değilmiş.

Bazı iş görüşmelerini annemin eczanesinde ve genelde sabah saatlerinde yapardı.

Sordukça, annem ‘serbest meslek‘ derdi.

Anlamazdım ‘serbest‘ mesleği.

Tabii, büyüdükçe ve Çetin Altan okudukça, meslek sahibi ve serbest olmanın ‘ironik‘ olduğunu anladım.

Kısacası (esasında biliyorum ama) bir çok farklı iş yaptığı için, bunlar yetmezmiş gibi dedemin ve annemin işleriyle de ilgilendiği için, yetmezmiş gibi siyasi ve sosyal bir kişilik olduğu için bir ‘karışım‘ olan profiline ‘dar‘ bir sıfat uygun düşmüyordu.

Serbest meslek deyip geçiştiriyorlardı.

Allah’tan sonra Özal geldi de ‘iş adamı’ dedi, olay netleşti.

Babam esasında iş adamı imiş.

*

Babam neredeyse hiçbir işini tek başına yapmadı.

Hep ortakları vardı. Tabii kavramazdım nedenini.

Hem anlamazdım neden bu kadar farklı iş ve ortaklık diye… Hem içimden de eleştirirdim.

Bugün anladım.

Tek başına olmaya göre bazı açılardan daha yorucu olsa dahi çok da mantıklı olduğunu kabul ettim.

Uyum içinde beraber üretme, hak bilerek paylaşma kavramının önemini babamın bu geçmişindeki iz bana öğretti.

Çok önemli ve değerli bir ‘anlayış‘ olduğunu düşünüyorum.

*

1977 yılıydı.

Annemin bizi ‘İstanbul’da ve kolejde okutma iddiası’ çok ciddi idi.

İlk çocuk olarak da kapıyı benim açma mecburiyetim vardı.

İstemesem de, anlamasam da vardı.

Neyse, Allah yardım etti ve kapıyı açtım.

İstanbul’daydım.

Saint – Joseph kuralları, uygulamaları, bugünün tabiriyle ‘user friendly’ (müşteri dostu) değildi.

Öğrencileri gerçekten sindiren, kişiliklerini bastıran, törpüleyen, aşağılama, bencilleştirme üzerine kurulu bir siyaset uygulanıyordu.

Bu, belki de o ‘misyonun’ bilinçli yaklaşımıydı.

Her ‘ideoloji‘ ve ‘misyon’ formatına göre ‘körleştiriyor’, formatına göre ‘ehilleştiriyordu’.

Babam, o esnada çok büyük bir özveride bulundu.

Belki hayatının çizgisinde de bu özveri, halen dahi – kendine bile – itiraf etmediği zorluklar, yorgunluklar doğurdu.

Babam, başka bir çok babanın kendi rahatını bozmaya kalkışmayacağı bir şey yaptı.

Bütün çocuklarının da bu şekilde ‘teoride’ iyi eğitim almasının yolunu açtı.

Annem İstanbul’a gelmiş ve artık hem İstanbul’da hem de Trabzon’da ev sahibi olmuştuk.

Bu, başımda milim milim benimle ilgilenen annemin olduğu kadar, o yolu açan, özverinin temelinde duran babamın eseridir.

*

Gazetede gece yazı işleri sorumlusu olmuştum.

20 yaşındaydım.

Önemli bir görevdi.

Şef sayfa sekreterimiz ve yardımcısı bundan hiç hoşlanmamıştı.

Dolaylı şekilde tavırlarını belli ediyorlar ve beni ‘kaale almamaya’ çalışıyorlardı.

Bazı arkadaşlarımla (Mehmet Soysal, Murat Başaran, İsmail Sefa İpşir, Derya Balaban, Metin Övün, Veysel Karani Önen) çok üretken ve hızlı çalışma temposu sağlamıştık.

4. gün gazeteye geldiğimde şef sekreter Hasan Karakaya bana kahve ısmarladı.

Muhabbetin kaynağını anlamadım.

Sonra ortaya çıktı. Benim SGK numaram ilk kez bordroya eklenmiş ve asılmıştı.

Hasan ağabey gözlerine inanamıyordu. O’ndan eskiydim. Ve dehşete düşmüş, ‘bükemediği eli öpmüştü’.

Bu da babamın eseriydi.

*

1985 Ekim idi.

Fransa’da TRT temsilcisi olmamdan az önce, sade bir ekonomi öğrencisi olduğum anlarda, babam da dil eğitimi için İngiltere’de idi.

Çocukluğumdan beri uzun mektuplarla haberleşirdik. 8 – 10 sayfalık mektuplardı bunlar.

İlk kez Brighton – Strasbourg arasında olan bir mektubun konusu, Özal ve vizyonunu destekleyen benim, ‘fırsatları değerlendirmeniz, turizme girmeniz lazım, tekstil ve ihracatla ilgilenmeniz şart’ gibi ‘boyumu aşan’ sözlerimdi.

O sırada kendisinden aldığım kuruluş giderleri ile 3 arkadaşımla ilk şirketimi kurmuştum.

Babam cevap yazdı. Beğenmedim. Hatta kızdım içimden.

‘Fırsatlar bitmez. Yenisi gelir. Yeter ki sen hazır ol’.

Bugün anladım.

Babam ne haklıymış.

O tarihten sonra yaptığım ve halen yapmaya çalıştığım işlerden bazılarını sayayım: Özel radyo ve televizyon yayıncılığı, yerel radyo ve televizyon networku, uydu kapasitesi ticareti, mağaza radyoculuğu, sadakat programı, bilgi platformu işletmeciliği, aplikasyon, hidroelektrik santral, elektrikli araba dönüşüm, elektrikli araba şarj istasyonu operatörlüğü işletmeciliği …

Bunların hiçbir o yıllar hayal dahi edilemeyecek ve tamamen sonradan çıkan şeyler.

Yarın ki dünyada daha neler olacak ..

Fırsatlar hep devam edecek..

Babam bana o satırdaki ifade ile ‘hazır ol fırsat hep olacak’ derken çok haklıymış.

*

Süleyman Demirel Hükümeti radyo ve televizyonları kapatmak zorunda kalmıştı.

1993 yılıydı.

Ülke mutlak bir askeri vesayet altında MGK kontrolünde idi.

Uğur Mumcu havaya uçurulmuştu. Adnan Kahveci ‘ters yolda’ ölmüştü. Eşref Bitlis ‘çakılmıştı’. Turgut Özal, koşu bandından morga kaldırılmıştı. PKK sever uyuşturucu baronları Sakarya otoyolunda yol dekoru olmuştu.

O ortamdaki ülkede, kimsenin canını yakmadan, sakin ve bilinçli (halen bu yaptığımızı algılayabilen kişi yok kadar azdır) bir toplumsal hareket organizasyonu ile Anayasa maddesi değiştirdik.

İşte o süreçte, dönemin etkili 32. Gün programında Mehmet Ali Birand ile Ulaştırma Bakanı Yaşar Topçu’ylaydım.

Bakan ile tartışıyordum. Kamuoyunun desteğini sağladım.

Beni bir tek babam beğenmedi. ‘Bakan’a öyle denir mi?’

‘Denir, az bile ..’ demedim.

Sustum.

*

Babam ile hiç anlaşamam.

Bir arada iken uyumlu konuşabildiğimiz 3 cümle olmaz.

Halen böyledir.

Muhteşem özverili…Tertemiz kalpli bir adamdır.

Ablaları ve ağabeyi ile olan kardeşlik bağları dünyada belki eşi olamayacak bir bağdır.

Hakkında ters laf eden… Saygınlığı açısından tereddüt doğuracak bir imada bulunan tek bir kişi görmedim.

Kimse hakkında konuştuğunu ve yorum yaptığını da pek hatırlamam.

Kendi iç dünyasında yalnızdır. Çaktırmaz. Bizi okutmak için seçtiği yolun sonunda kurumlaşmış bir yalnızlığı vardır.

Ortaklıklarla iş yapması, riski dağıtması, dayanışma içinde güvenli olmasıdır.

Hep ağabeyleri olmuştur. Daima öğrenerek, öğretmiştir.

Bana ‘İstanbul’da okumaktan, Fransa’ya yollamaya, Türkiye’de ve Fransa’da şirket kurmaya’ daima destek vermiştir.

Bu desteğin ‘dozu’ hakkında ihtilaflarımız olmuştur.

O haklıdır: “Boyun kadar iş yap!”

Bir çok insanın O’na borcu vardır.

Umulmayacak, hala etrafına ‘dolçe vita’ yaşatan bazı insanların bile O’na borcu vardır.

Babamın hiçbir borçlu kişiyi sıkboğaz ettiğini de bilmem.

Göstermekten kaçındığı ama varlığı güçlü derin bir merhameti, sözlerinde zaten gözüken bilge yanı ve ancak şiirle uğraştığında saklayamadığı duygusallığı vardır.

Her olay ile her gün ile ve palavra insanlar, sahte babalar gördükçe bunu daha çok anlıyorum.

En azından kendi adıma bana nasıl adım adım destek olduğunu, önümü açtığını gördükçe, anladıkça şükranım büyüyor.

Eksik veya zamanında yapmadıkları vardır. O benim yorumum olabilir ancak.

E ama yaptıkları? Fazla yaptıkları? Onlar gerçek!

*

Babam ve babalar babadır.

Herkesin babası çok değerli.

Bu ‘zor’ coğrafyaya hizmet eden, yön veren, kuran, geliştiren insanların babaları ne fedakardılar..

Kimi zabit, kimi memur, kimi kaptan idi. Ve evlatları – halen – nasıl canhıraş çabadalar... O babaların...

Ve...

Öncelikle bütün şehitlerimizin ve hunharca katledilmiş yakın dönem ‘insanlarımızın’ babalarının ellerinden öpüyorum. Merhumların da mekanları cennet olsun!