Her şey bir soru ile başladı, demek hiç de iddialı bir önerme olmaz. Hristiyanlık'ta İncil "Önce söz vardı, söz her şeydi" diye başlar. Ancak o sözün mâhiyeti net değildir.
Burada sözün her şey olması, bir anlamda “Önce Tanrı vardı ve başka bir şey yoktu” diye de yorumlanabilir. Ancak kutsal bir metne dönüştürüldüğünde Tanrı’nın söz ile tanımlanması, bizi Tanrı’nın sıfatlarının biri olarak anlaşılması gerektiği sonucuna götürür. Bunu İslâm idrakiyle yorumladığımızda “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (Araf Sûresi, 127) sorusuyla karşılaşırız. Bu âyetteki soru, bize her şeyden önce var olan sözün içeriğini de vermektedir. Allah, Elest Bezmi olarak adlandırılan metafizik bir ortamda ruhlara bu soruyu sorarak varlığını zâhir etmiştir. Âdeta kapkaranlık bir odada gözümüzü açıp o karanlık içinde bir ses duyarak yalnız olmadığımızı anladığımız bir film sahnesi gibi. Bu ortamda insan, soruya muhatap olma sıfatına, bir başka deyişle Allah’ın sözüne muhatap olma sıfatına sâhip olduğunu da anlamıştır. Daha doğrusu anlaması gerekir ve gereğini yapmalıdır. Gereğini yapmalıdır çünkü ister “soru” kelimesini kullanalım ister “sual” kelimesini kullanalım, bir sonraki adım (soru ve sual kelimeleriyle aynı kökten gelen) “sorumluluk” veya “mesuliyet”tir. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” sorusuna “Belî” diyen insan, sorumluluğu ve mesuliyeti kabûl ettiğini de söylemiş olur. Peki bu sorumluluğun, bu mesuliyetin içeriğini bilmeden mi kabûl ettik? Bâzı Kelâm âlimleri “Elestü bi rabbiküm” soru cümlesini “Ben sizin Rabbiniz değil miymişim?” diye de tercüme etmektedir. Yâni bu soru, sorumluluğun içeriği gösterildikten sonra ve Allah’ın rabbimiz olduğu hiçbir şüphe bırakmayacak şekilde gösterildikten sonra sorulmuştur.
Soru cevaptan önemlidir
Günümüz yaşam tarzı önümüze birçok sorular çıkarmaktadır. Biz kendi hesâbımızı vereceğimiz hayâtı yaşarken kendi sorularımızı sormaya fırsat bulmadan başkalarının sorularıyla ve bu soruların doğurduğu sorunlarla cebelleşiyoruz. Dolayısıyla kendi sormadığımız soruların ya hiç olmayan ya da biz bulana kadar değişen cevaplarının peşinde koşuyoruz. Daha önemlisi kendi hesâbımızı vereceğimiz soruları da göremiyoruz. Allah bizi yaratmasına ve bizim ne cevap vereceğimizi bilmesine rağmen, “Kün” emriyle var ettiği ve her an var etmekte olduğu âlemde insana bu soruyu sorarak, bizim de soru sorarak yaşamamız gerektiğini işâret etmektedir. Belki her şey bittiğinde de aynı soruyu duyacağız ve o sefer bu soruyu gerçekten “Ya işte gördünüz di mi, Ben sizin rabbiniz değil miymişim” şeklinde anlayacağız. Her iki anlamda da bu soruya verdiğimiz ve vereceğimiz cevap, bizim sorumluluğumuzu ve mesuliyetimizi ne ölçüde yerine getirdiğimizin de karşılığı olacaktır. Her şey soruyla başladıysa, biz de kul plânında hayâtımızı soru ile sürdürmeliyiz.
Bu, ezber cevaplara tenezzül etmeden, başkalarının kendileri için bulduğu ve bize dayattığı çözümleri sorgusuz sualsiz kabul etmek yerine, yeni ve günceli yakalayacak hatta öngörecek bir yaşam anlayışı demektir. Soru ve sual, bizim kendiliğimiz için ve biricikliğimizi korumamız için âdeta bir filtredir. Soru sormanın etken unsuru da kendini bilmektir. Yunus Emre, “Bir ben var benden içeru”; Ahmed Yesevî, “Dem bu demdir dem bu dem”; Mevlânâ, “Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım” diyerek bu etken unsuru hatırlatmaktadır. Yeni şeyler söyleyebilmek için yeni sorular sormamız gerekir. Biz maalesef eğitim sistemimizin eğri hâle getirici özelliği sebebiyle, soruların sâdece yazılı sınavlarda ve de sâdece beş şıklı cevaplara hapsolmuş test şeklinde olduğunu zannediyoruz. Klâsik yâni açık uçlu, yoruma dayalı sorular bile, soru sorma kabiliyetimizi köreltmektedir. Konuşmaya başladığı andan itibâren soru sormaya başlayan insan, okula gitmeye başladıktan birkaç yıl sonra, değil kendi sorularını sormak, cevap ezberleme tuzağının kurbânı olmaktadır. Dört beş yaşında “gemiler yüzmeyi nerede öğreniyor” sorusunu soran bir çocuk, okula başladıktan birkaç yıl sonra tuttuğu futbol takımının ilk on birini ezberleme derdine düşüyor.
Güncel bir örnek vermem gerekirse, senelerdir öğrencilerimde vize ve final sınavları için soru hazırlamasını isterim, çünkü insan bilmediği konuda soru soramaz. Ama öğrenciler bir dönem boyunca saatlerce ders dinlemelerine rağmen sınavda karşılarına çıkacak sorular sorma becerisini gösteremezler ve çok iyi bildikleri çoktan seçmeli tarzında şıklı soru bile hazırlayamazlar. Oysa bunu yapsalar, girecekleri sınav sâdece bir akademik formalite hâline gelecektir. Neden yapmadıklarını sorduğumda ise içimi yakan şu cevabı verirler: “Biz kimiz ki sınavda çıkacak soruları soralım”. Üniversiteye kadarki on iki yıllık eğitim sonucunda geldikleri bu akademik durum, toplum olarak bizim karşılaşacağımız sorunlara karşı hep “savunma” durumunda kalacağımızı ve “hücum” konumuna geçip kendi sorularımızı sorup kendi cevaplarımızla yaşayamayacağımızı göstermektedir.
Soru sormak “ofansif futbol” gibidir Hayâtı bir futbol maçı gibi düşünelim. Maç sırasında sürekli savunma yaparsak, ne kadar iyi savunma yaparsak yapalım yiyeceğimiz bir golle maçı kaybederiz. Hiç karşı kaleye hücum yapmazsa gol atamayız. Ama maça gol atmak için çıkarsak, gol yesek bile, attığımız gol bir fazla olduğu sürece kazanan bir oluruz. Soru sormak gol atmak gibidir. Cevâbı bilmeyip gol yesek de en azından bir cevapla kazanırız. Ne iş yapmalıyım? Nerede ve nasıl bir tatil yapmalıyım? Hangi okula gitmeliyim? Nasıl giyinmeliyim? Nasıl eğlenmeliyim? Neyi ne kadar yemeliyim? Kiminle ne zaman evlenmeliyim? Kaç çocuk yapmalıyım? gibi sosyal açıdan hiç de derin olmayan soruları bile kendi bulduğu cevaplarla değil de reklamlar, diziler, filmler, dijital oyunlar, arkadaş çevresi gibi yollardan gelen yönlendirmelerle bulan kişinin “soru sorma” ve “sorumlu olma” bilincinde çok uzak olduğunu söylemek de iddialı bir tespit olmayacaktır. Şu soruyla bitirelim: Bir sınavda çıkacak soruları bilmeden çalışırsak mı daha verimli çalışırız yoksa soruları bilirsek hatta o soruları kendimiz hazırlarsak mı?