Geçtiğimiz hafta Borrell ve Valhelyi bir basın toplantısı düzenleyerek AB-Türkiye ilişkileri ile ilgili hazırlanan ve getirdiği öneriler Konsey'in onayına sunulacak müşterek raporu açıkladılar.
Geçtiğimiz hafta Borrell ve Valhelyi bir basın toplantısı düzenleyerek AB-Türkiye ilişkileri ile ilgili hazırlanan ve getirdiği öneriler Konsey’in onayına sunulacak müşterek raporu açıkladılar. Rapor Kasım ayının sonunda, hazırlayıcılarının kendilerine verilen ev ödevini yerine getirdikleri vurgusu ile duyuruldu. Hatırlanacaktır Haziran 2023 tarihinde henüz Tahıl Koridoru ve iki Kuzey Avrupa ülkesinin NATO’ya üye olup olmayacaklarını konuştuğumuz günlerde AB Dış İşleri Bakanları toplantısı ve AB Konseyinde Türkiye ile ilgili yol haritasının ne olacağı sorusu gündeme gelmişti. Bu soruyu tetikleyen faktörler arasında pek çok gelişme kadar Vilnius NATO Zirvesinin yaklaşıyor olması ve Türkiye’den İsveç ve Finlandiya’nın üyelikleri için Batılı başkentlerin onay alma zorunluluğu da bulunuyordu. Ayrıca Akdeniz-Orta Doğu hattında arkadan ABD’nin ittirdiği ama ABD’nin yalnız olmadığı bir ucunda Rusya’nın, Çin’in, İran’ın filan da bulunduğu bir normalleşmeler rüzgarı esiyordu ve AB bu rüzgarın getirebileceği güzellikler olursa bunu, tıkanan AB-Türkiye ilişkileri nedeniyle es geçmek istemiyordu. Vilnius zirvesi yolunda Erdoğan, Türkiye’nin AB üyelik arzusunu tekrarlayacak, sonrasında da Türk yetkililer Brüksel’in Türkiye ile ilişkilerinde samimi ve istekli olmadığını, tıkanıklık politikası ve dilinin benimsendiği şikayetini dillendirerek bu işin böyle gitmeyeceği uyarılarında bulunacaklardı. Tüm bunlar, yani Türkiye-AB ilişkilerinde beklenti ve beklentinin somut sonuç üretmediği bir durağanlık, yavaşlık hali yaşanırken, AB eliti Türkiye ile ilgili “aday, ortak, komşu, rakip” farklı nitelendirmeleri kullanmaya devam edecekti. Ve bu kafa karışıklığını görünmez kılmak için çoğu kez Türkiye’nin adını anmadan Birliğin çıkarları, Birliğin stratejik ilgi alanları sayıldığında Türkiyesiz bir küresel/bölgesel aktörlüğün AB için zor olduğu ima edilecekti. Yani Borrel ve Valhelyi’nin duyurduğu rapor zor ve zorunlu bir ev ödevi olarak kendilerine verildi.
Türkiye ile ilişkilerin yol haritası: Angajmanda kararlılık
Türkiye ile ilişkilerin yol haritasının netleştirmesi meselesi bazı zorunluluklar nedeniyle AB gündemine uzun bir aradan ve ilişkinin neden tıkandığını anlatan onca olumsuz rapordan sonra, ağır aksak girdi. Jeopolitik koşulların Türkiyesizliğin maliyetini yükseltmiş olması, Türkiye’nin AB’nin yapıcı ilişkiler geliştirme konusundaki niyetsizliği ile ilgili şikayetinin ve eğer ortaklık işlemeyecekse otonom davranma isteğinin artmış olması, AB’nin dış ve güvenlik politikaları konusunda özellikle komşu alanlarda var olma isteğinin sürmesi aslında Brüksel’i bir Türkiye politikası geliştirmek zorunda bırakıyor. İşin ironik tarafı, AB’nin bir Türkiye politikası zaten var. Adaylık süreci devam ediyor ve genişleme raporları yayınlanıyor. Nitekim Kasım ayının başında Brüksel-Ankara ilişkisi için çok bir şey vaat etmeyen ve Ankara ile ilgili norm bazlı aynı klişeleri yineleyen bir Türkiye raporu yayınlanmıştı. Şimdi ikinci bir rapor, adaylık süreci ve bu sürece bağlı ortaya çıkan raporlardan bağımsız olarak daha çok şey vaat etme ruhu ile duyuruluyor. Sonuçta verilen somut öneriler (ekonomi, enerji, ulaşım ticaret alanında Türkiye-AB yüksek düzeyli istişarelerinin başlaması, siyasi diyaloğun artması -özellikle dış işleri bakanlığı düzeyinde, vize kolaylığı ile toplum-toplum etkileşiminin canlandırılması, AB Yatırım Bankası’nın Türkiye’deki faaliyetlerine devam etmesi ve Gümrük Birliği’nin güncellenmesi için görüşmelerin başlaması) bir şeyler yapalım ve Türkiye ile mutlaka angajman geliştirelim mantığını yansıtıyor, “adaylık” bambaşka bir mesele deniyor. Üzerinde somut öneriler getirilen bazı konuların, örneğin vize meselesi, Gümrük Birliği meselesi, AB Yatırım Bankası meselesinin Ankara tarafından da dillendirildiği bilindiğinden bu raporun Türkiye tarafından iyi karşılanacağını düşünüyorlar. Sonuçta Batı çapasını elinde tutmak da Türkiye’nin dengeli dış politika sürdürme amacına uygun ve AB -eğer rapor Konsey’den onay görür ise, Ankara ile angajman ve koordinasyon sürdürmeye kararlıyız çünkü 2021’den bugüne jeopolitiğin değiştiğini biliyoruz diyor.
Tatmin edici mi?
Tabi raporun bu kısmı, yani jeopolitik gerçekliğin ve Türkiye’nin bu gerçeklikteki yerinin ve öneminin kabulü, bunun için 18 sayfa kaleme alınması Ankara’nın uzun süredir AB nezdinde göremediği bir çaba. Ama yeterli değil. Bu raporu okuyan Türkiye’den bir yetkili ne hisseder diye düşündüğümüzde, kafamızda bir resim canlanıyor. Düşünün evinizin bahçesine komşu çayırlıklar filan kendini bahçıvan sanan yan komşunuz tarafından tarumar edilmiş, üstelik bu komşu daha öncesinde sizin bahçenize dalmak, meyve ağaçlarınızı kesmek ve mümkünse bahçenizi küçültmek gibi fikirlerle kapınızı çalmış, sizin bu mahallede yalnız olduğunuzu filan ima etmiş. Şimdi elinde bir sepetle kapınıza geliyor, hatta sepeti bırakıp gidiyor. Bunun bir özür sepeti olduğunu düşünüp açıyorsunuz: ne bir özür notu, ne bahçenize ekeceğiniz güzel kokulu yeni çiçeklerin tohumları, ne de lezzetli, tablo gibi meyveler. Bulduğunuz bir el blenderi ve kullanma kılavuzu. Hissedeceğiniz ironik bir zafer hissi değildir büyük ihtimalle. Şaka mı bu diye sorarsınız kendi kendinize, yine de komşu size bir blender vermiştir ve bunu çöpe atmak için bir neden yoktur.
AB yetkililerinin daha kesin olmayan (çünkü Konsey’in onayı gerekiyor), üstelik Türkiye’nin ilişkileri tanımlarken fazla sevmediği kavramlarla tanımlanagelmiş (fasıllara bağlı, orantılılı/karşılıklı ve geri döndürülebilir) bu vaatleri Türkiye’ye bir armağan olarak sunmama gibi bir derdi de var. Avrupa’nın kafasının kimlik ile, kendi tanımlama üstünlüklerini görünür kıldıkları Avrupalılıkla bozdukları bir dönemdeyiz maalesef. Bu kimlik tanımlaması AB normlarının bile üstünde ve bu nedenle Türkiye’ye, mevcut hükümete bir ödül sunmuş görünmekten imtina ediyorlar. Ve zaten bu sebeple AB-Türkiye angajmanının bir zorunluluk olduğunu anlatmak derdindeki Borrell, basın toplantısında “eh ne yapalım Türkiye Avrupa nereyle ilgileniyorsa orada var olan bir aktör, iddialı bir güç. Biz de diyalog kurmak zorundayız, bu bizim çıkarımıza” tadında açıklamalar yapıyor. Artık 2019’un dünyasında 2021’in dünyasında olmadığımız Borrell ve Valhelyi tarafından vurgulanıyor. Bir tek Libya sorunu yok ki başımızda deniyor; Ukrayna-Rusya savaşı var, Hamas-İsrail savaşı var. AB söylemi böylece bölgesel istikrar için Türkiye’nin öneminden Türkiye ile ilişki AB’nin çıkarına ve jeopolitik olarak çıkarımıza olan bir konuyu atlamamalıyız vurgusuna kayıyor.
Ne değişti, ne değişmedi?
Raporda ve raporu tanıtan basın toplantısında Türkiye ile ilişkileri yeniden, olumlu gözlüklerle değerlendirmek konusunda AB için neyin değişip, neyin değişmediği hep sorgulanmış. Değişen jeopolitiğin AB için çok daha karmaşık bir stratejik çevre sunduğu ana teması üzerine Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de de-eskalasyon ve normalleşme tercihinin olumlu biçimde ele alındığı görülüyor. Tabi Brüksel de-eskalasyona vurgu yaparken, Türkiye’nin caydırıcı gücünün görünür olmaya devam ettiğini ifade etmekten bilerek geri duruyor. Tansiyon düşürme ve normalleşme atmosferinin (deprem diplomasisi de anılmış) bölgesel istikrara katkı sağladığı, bunun AB’nin lehine olduğu söyleniyor. Ama AB, Türkiye ile ilişkilerindeki iki gidişli bir yol izlediğini, izleyeceğini söylemekten de çekinmemiş. Yollardan biri angajman ise, bir diğeri Türkiye’ye karşı üye ülkelerinin çıkarlarını savunmak. Bunun meali GKRY’ne, Kıbrıs sorununa ve deniz yetki alanlarının paylaşımı meselesine Brüksel’in bakışının değişmediği. Türkiye’nin bu konularda tutumunun (KKTC’nin ve TC’nin haklarını koruma, Kıbrıs’ta iki devletli çözüm) ya da iddialı dış politikasının değişmediğinin de Brüksel’in farkında olduğunu görüyoruz. Dahası Ankara’nın davranışlarında ve stratejik amaçlarında kriz çıkartmama ve tırmandırmama dışında bir değişim de umulmuyor. AB, böylece aslında kendi sunduklarının karşıdaki aktörün davranış ve çıkarlarını değiştirmede yetersiz kaldığının farkında olduğunu gösteriyor. Bu noktada rapor istemeden bir pişmanlığı yansıtıyor. Türkiye, Mısır, İsrail normalleşmesinin sürdüğü ve İsrail-Lübnan deniz yetki paylaşım anlaşmasının birbirini tanımayan aktörler arasında iş birliği örneğini verdiği günlerde bir Doğu Akdeniz konferansını desteklemek ya da herkesi kapsayıcı bölgesel bir diyalog için çabalamak için yeterince güzel neden olduğunu söylediği satırlar, Brüksel’in bu şansı kaçırdığını da ima ediyor. Bugün Doğu Akdeniz’de İsrail-Hamas çatışmasının sonuçları belirsizken Türkiye-AB ilişkilerinde krizin çıkmaması için çalışmayı, bu amaçla diyaloğu güçlendirmeyi yapabileceği şimdilik yegâne şey olarak görmüş Brüksel. Hatta Türkiye-AB arasında savunma iş birliği konusunda da daha fazla şey söylenebilecekken, Brüksel-Ankara işbirliği NATO çerçevesinde iş birliği vurgusu ile geçiştiriliyor.
Kıbrıs ve Doğu Akdeniz meseleleri dışında AB-Türkiye arasında görüş ayrılıkları noktasında Rusya’ya yönelik yaptırımlar -belki de Ankara’nın davranışında en çok değişim beklenilen alan. Gümrük Birliği’nin modernizasyonunun çok somut bir talep olması bu beklentiyi güçlendiriyor ama tabi Brüksel’in rüya görmediği de açık (üstelik Ukrayna-Rusya savaşının tamamıyla Rusya aleyhinde sonuçlanmama ihtimali de var). Hamas-İsrail çatışması konusunda Türkiye ve AB’nin farklı yerlerde durduğu söylenmiş ama Türkiye’nin yalnız olmadığı, bu mesele söz konusu olduğunda Müslüman ve Arap Dünyasının konuyu Ankara gibi ele aldığı, ayrıca Brüksel’in de iki devletli çözümü desteklediği söyleniyor. Kısaca AB raporu iki ayrı Türkiye politikasını teke indirmeyi, tutarlı hale getirmeyi filan başaramıyor ama Brüksel’in realpolitik dilde konuşmayı öğrenen bir aktör olarak Türkiye ile krizsiz yaşamayı öncelediğini söylüyor.