Zor, krizlerle dolu, küresel yönetişimin her açıdan sorgulandığı ilk sene değil elbette 2021.
Aralık ayının son haftası genellikle yılın değerlendirilmesine, nasıl bir seneyi geride bıraktığımız sorusuna cevap vermeye ayırılır. Gözlemim o ki pek çoğumuz için önemli olan 2021’i geride bırakmak. Zor, krizlerle dolu, küresel yönetişimin her açıdan sorgulandığı ilk sene değil elbette 2021. Her şeyden önce koronavirüs krizinin farklı merhalelerle devam ettiği bir yıl olduğu için çok renkli, ümitvar analizlerin konusu olabilecek bir sene değildi. Gelişmiş ülkelerin maske savaşları, market yağmalamaları, yüksek ölüm oranları, ırk savaşları gibi olumsuzluklarla sarsılıp 3. Dünya düzeyinde tartışmalarla geçirdiği 2020 yılı gibi bir şok olma senesi de değildi. Artık aşıların olduğu, üretim ve tüketimin canlanmaya başlandığı, iklim krizlerinin çevreci politikalarla aşılmasının herkesçe benimsendiği, ancak tüm bu olumlu gelişmelerin daha fazla krizi tetikleyip küresel sistemin işleyişinin sorgulanmasına neden olduğu yorgun bir yıl oldu.
Radikal Muhafazakarlık Yerine Kafa Karışıklığı
Elbette küresel sistemin kurucusu olan ve bu sistemden faydalanan ülkeler eleştirilerin odağındaydı. Ancak sanki eleştiriler fazla işitilmedi. Şaşırtıcı değil, genel olarak Batı, özel olarak başta ABD olmak üzere büyük güçler başarısızlıklarını duymak, görmek, tartışmak istemiyor. 2020, bu konuda yapılabilecek öz eleştiriler konusunda çok daha samimi bir seneydi zira Batı ve ABD’deki belirli kesimler, günah keçisi sayılabilecek bir figürü, Donald Trump’ı politika sahnesinden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Bugün Biden, ABD’nin dış politikası açısından tatsız-tuzsuz ve hatta başarısız bir seneyi geride bırakıyor ama hala Trump olmamanın ekmeğini yiyor olmalı ki sağlığı izin verirse önümüzdeki Başkanlık seçimlerine de aday olmayı düşündüğünü söyledi. Kısaca Batı, kafa karışıklığını radikal muhafazakarlığa tercih ediyormuş görünüyor. Radikalizmin nereye doğru gideceğini kontrol altına almak o kadar zordu ki kafa karışıklığı ya da vasatlık alkışlanır hale geldi Batılı başkentlerde. Nitekim, Almanya Merkel sonrasında bu tür bir sol-ekolojik-liberal seçeneğe yöneldi. Avrupa’daki güçler dengesi ve Rusya’nın bugünkü pazarlık stratejisi karşısında yeni Alman hükümetinin çok fazla sapma yapabileceği bir alan yok elbette ama bugün Kuzey Akım II üzerinden sürüp giden tartışma Merkel’in ABD nezdinde zor pazarlıklardan sonra elde ettiği muafiyetlerden sonra neden hala gündemde, hata koalisyon içerinde çatlak oluşturuyor, bilen yok. Bugün enerji fiyatlandırma krizi Avrupa’da Almanya dahil elektrik fiyatlandırmasını neredeyse yönetilmez seviyeye getirirken enerji güvenliğinin tek unsuru Kuzey Akım II’ye geçit vermek-vermemekmiş gibi tartışılıyor. Brüksel başta olmak üzere Avrupalı başkentler bugünkü arz ve fiyatlandırma krizine neden olan stratejik hataları havanda su döverek geçiştirmek istiyorlar.
Demokrasiler Havanında Su Dövmek
Havanda su dövenler arasında birinciliğin Biden yönetimine ait olduğu rahatlıkla söylenebilir. Trump dönemi yaraları sarmaktan Biden yönetimi Trump dönemi politikaları devam ettirmeye çok hızlı atladı zira. Biden yönetimi altında Trump dönemi yürütmenin kendi içinde ve yürütme ile yasama arasındaki iktidar yarışı ile rekabet gözlemlenmiyor. Demokrat parti mavisinin neredeyse tüm tartışmalara hâkim olduğu bu dönem ABD’deki ara seçimlerde Demokrat Parti’ye üstünlük getirecek mi, yine de kimse emin değil. 2021’in sonlarında gerçekleşen bazı eyalet seçimleri Demokratların kaybıyla sonuçlandı. Trump döneminin bir yeniliği olan darbe tartışmaları ABD’de bitmiş değil. Afganistan’dan çekilme sürecinin yarattığı rahatsızlığı Pentagon’dan isimler açıkça dile getirmekten çekinmediler. Dahası ne Beyaz Saray ne de Kongre Demokrat Parti’nin ideolojik yönelimini tam olarak yansıtabiliyor. Bu bilinçli bir ideolojik körlükten sakınma hali değil, ABD demokratik üstünlük tezinin jeopolitik kazanç getirebileceğine Dünya kamuoyunu inandırmakta zorlanıyor. Nitekim Biden’ın Trump’ı devirirken çokça kullandığı demokrasiler koalisyonu fikri sanal ortamda düzenlenen bir konferans sıkıcılığında ölü bir fikir olarak doğdu. Gelen temel eleştiri demokrasi fikrinin Çin ve Rusya’ya yönelik kutuplaştırıcı söylemin bir parçası haline getirilmesinin yaratacağı rahatsızlığa dayanıyordu. Bölgelerde iş birliği yapılacak “demokrasiler” olarak seçilen aktörlerin bile bu eleştiriyi dillendirmekten çekinmemesi bize ABD’nin bu iki rakibi çevrelemede/sınırlamada başarılı olacağına dair genel bir inancın artık paylaşılmadığını gösteriyor. Savunma harcamaları ve teknolojik yatırım açısından ABD’nin çok kötü bir yıl geçirdiğini söylemek doğru olmaz. Yine de ABD’nin rakipleri sınırlamakta zorlandığı algısı Biden yönetiminin stratejik planlamada bir şeyleri yanlış yaptığını gösteriyor. Sınırlandırma ve caydırıcılık araçları olarak yaptırımlara dayanmak da işler bir strateji gibi durmuyor, hatta müttefikler açısından sorunları daha da artırıyor.
Batı Caydırıcılığının Zor Yılı
Yaptırımlara dayalı cezalandırma stratejisi Trump dönemi stratejinin özüydü. Ama Trump dönemi ilan edilen Ulusal Güvenlik Stratejisi hatırlanırsa Trump’ın ABD askeri ve ekonomik gücünü rakipsiz üstün bir güç olarak da gördüğü, dolayısıyla yaptırımlara maliyet artırıcı politikalar olarak baktığı da anlaşılacaktır. Biden yönetimi ise Asya’da Çin’in hemen şimdi dengelenmesi gerektiğini belirten ve ABD üstünlüğünden şüphe duyan bir telaş içerinde davrandı. Bu telaş Hint-Pasifik’te AB’nin donanma ve deniz güvenliğine yönelik var olma stratejisinin üzerine basarak, burayı ABD’nin seçtiği bazı devletlerin özel ilgi alanı haline getirdi ve uluslararası rejimlerin aleyhine hızlı bir silahlanmanın önünü açtı. ABD, bu şekilde bölgedeki stratejik rekabeti kriz ve tırmanma yönetiminin bir parçası haline getiriyor. Silah ve statü kazanan devletlerden ziyade ABD’nin taraf olacağı kriz ve tırmandırmama stratejisi ise Washington adına ters tepebilir. Zaten bu nedenle ABD ‘de iki eğilim birbiriyle çarpışıyor ve iktidarda görülen kafa karışıklığını daha da artırıyor. İlk eğilim, hemen hemen her gün Çin tarafından geliştirilen bir stratejik saldırı kapasitesi hakkında yazılar yazıyor ve Washington’un Tayvan’da güç kullanmaya hazır olması gerektiğini söylüyor. İkinci eğilim, Hint-Pasifik’i müttefiklerle geliştirilen ekonomik, siyasi, askeri ağlarla doldururken Çin’in hedef olarak gösterilmesine karşı çıkıyor. Zira ABD, Avrupa güvenliğine NATO üzerinden caydırıcı katkı sağlarken Rusya’nın Avrupa güvenliğine yarattığı riskleri de yönetmek zorunda. Aynı anda hem Avrupa’da hem de Pasifikte iki krizle sınanmak Washington’un gücünü aşabilir. Biden yönetimi bu iki eğilim arasında gidip gelirken Avrupa’da müttefiklerin beklentilerini daha da düşürüyor. ABD’nin sahneden çekildiğini söylemek zor, Biden yönetimi NATO bünyesinde müttefiklerle “iyi bir ilişki” biçimi tanımlamaya çok uğraşıyor, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ve GKRY’ne para ve silah akıyor. Ancak Ukrayna, Beyaz Rusya sınırında ya da Bosna’da olduğu gibi gerçek bir kriz çıktığında Avrupalıların tek duyduğu Kremlin’den yükselen “kırmızı çizgi” uyarıları eşliğinde Biden ve Putin’in krizi zamana yayan ve AB adına maliyeti artıran ikili zirveleri.
Batının başarısızlıklarının yarattığı risk ve fırsatları, yılın ilk yazısında Türkiye’yi 2022’de nelerin beklediği üzerinden değerlendirmek üzere. Mutlu seneler…