KALİFORNİYA'DAN NİŞANTAŞI'NA BİR SENDROM

Dr. İlhami FINDIKÇI
Tüm Yazıları
Kaliforniya Amerika'nın en kalabalık eyaletidir. Sinemanın kalbi Hollywood'u, turizmin merkezlerinden Long Beach'i, dünya sosyetesi ve mutlu azınlığının yaşadığı Beverly Hills'i, bilişim sektörünün kalbi Silikon Vadisi ve dünyanın en önemli altın yatakları ve ekonominin merkezi olarak dikkatleri çekiyor.

Kaliforniya Amerika’nın en kalabalık eyaletidir. Sinemanın kalbi Hollywood’u, turizmin merkezlerinden Long Beach’i, dünya sosyetesi ve mutlu azınlığının yaşadığı Beverly Hills’i, bilişim sektörünün kalbi Silikon Vadisi ve dünyanın en önemli altın yatakları ve ekonominin merkezi olarak dikkatleri çekiyor. Madalyonun diğer yüzü ile Kaliforniya, aynı zamanda çağın hastalığı olarak bilinen ve insani krizin kaynağı olan bir sendroma da adını vermiştir. Bu kadar “en”leri barındıran eyaletin diğer yüzünde neler var acaba?

Yeryüzünde görüldüğünden bu yana bedeni ile ruhu arasında gel-gitler yaşıyor insan. Daha çok felsefe ve dinin uğraşı alanına giren bu durum, Kaliforniya Sendromu ile psikolojinin tanımlı rahatsızlıkları arasında yer alıyor. Hayatlarının merkezine yegâne amaç olarak eğlenmeyi ve tüketmeyi koyan insanlar, zamanla hedefledikleri mutluluğa erişemeyince daha çok tüketip daha çok eğlenme kısır döngüsüne girerler. Sadece eğlenmek, harcamak ve tüketmek için üreten, maddenin arkasındaki mana ile buluşamayan bu insanlar, hayatlarını eğlenmek ve tüketmek için harcadıkları için yorulurlar. Bu yorgunluğu gidermek için de daha ileri, farklı, dozu artan ve denenmemiş eğlence yollarına başvurduklarından zamanla yalnız kalır, duygusal dengeleri bozulur, ahlaki değerleri aşınır ve hayatlarında bir anlam karmaşası oluşur. 

Zevk, Narsisim, Yalnızlık, Mutsuzluk

Kaliforniya Sendromu’nda öylesine bir kısırdöngü vardır ki tamamen kişisel haz, zevk ve mutluluk için çıkılan yolda ben merkezli bir yaşamın getirdiği narsisim, yalnızlık ve mutsuzluk söz konusu olur. Bu sendroma yakalanan bireylerin; kendilerine hayranlık duyduklarını, sürekli olarak maddi zevk veren uğraşların peşinde olduklarını, kendi zevki dışında hayatlarında başkalarına yer vermediklerini, kendileri için yaşadıklarını, daha çok zevk için daha çok kazanma ve güç peşinde olduklarını görüyoruz. Bedenleri için yaşayan, ailelerini bile kişisel zevkleri için engel gören bireylerin, merhamet ve vicdan gibi temel inanç ve özellikle ahlaki değerlerinin ciddi düzeyde aşındığını ve nihayet zamanla hayatlarında hiçbir şeyin arzu ettikleri zevki vermediğini görerek yoğun bir depresyona girdiklerini ve intihar eğilimi en yüksek kesimi oluşturduklarını biliyoruz. 

Hayat algısı doğum ve ölüm ile sınırlı olan bu anlayışın, ne kadar kuvvetli olursa olsun tüm dünyadaki toplumları tehdit edecek düzeyde dalga dalga yayıldığını üzülerek izliyor ve yaşıyoruz. Hemen her çağdaki bilim insanlarının dikkat çektikleri bu hastalık, medyanın etkisiyle günümüz insanını kuşatmıştır. Farabi’nin vurguladığı, mutlak varlığın yanında soyut varlığın ihmal edilmesinin; Gazali’nin, insanın şeytan ve hayvan yönlerinin öne çıkarılarak melek yönünün ihmal edilmesinin, kişi ve toplum üzerindeki olumsuz etkileridir bunlar. Nihayet sosyolog Durkheim’ın normsuzluk, değer ve ahlak aşınması olarak aktardığı tipik bir anomidir bu tablo. 

Dine İlgi, Ahlakta Aşınma

Oysaki insan; bedeninden ibaret değil, zihin, duygu ve ruh yapısıyla bir bütündür. İnsanın yeryüzünde bulunmasının bir nedeni vardır. Yaşam, yeryüzünde neden bulunduğumuz sorusuna cevap aramakla geçer. Bu, hayata dair bir anlam arayışıdır. Hayatın anlamını kendi kişisel maddi zevklerine hapsedenler, sonunda yalnızlık, mutsuzluk ve kocaman bir boşluk ile depresyona girebiliyorlar. Ruhlarını ihmal edenler, kopup geldikleri ilahi kudretin bir parçası olarak O’na doğru yol almayı ihmal ediyor ve bir benlik çıkmazına giriyorlar. Hayatlarında başkasına hizmetkâr olmayanların, gerçek mutluluğu yakalamaları mümkün değildir. 

Başkası için kendini feda etme geleneğinin, edep ve irfanla mayalandığı bizim coğrafyamızda bu mayanın bozulması için var olagelen uğraşların, son dönemlerde aktif bir çabaya dönüştüğünü görmek ve çözümler üretmek zorundayız. Zira toplumumuzda ahlakın giderek aşındığı, Diyanet’in Stratejik Eylem Planı’na (DİB 2017-2021 Stratejik Plan) yansıyacak düzeyde bir tehdit halini almıştır. Daha da önemlisi, dine yönelik ilgi arttığı halde ahlaki aşınmanın yaşanmasıdır. Şu halde inancımızı, evrensel ahlaki değerleri, bu güzelim coğrafyanın genetiğimize kodladığı nadide güzellikleri, sözden davranışa dönüştürmemiz her zamankinden daha önemlidir. Zira Kaliforniya Sendromu’nun bizdeki versiyonları olarak Nişantaşı ve Bağdat Caddesi sendromunun ayak seslerini duyar gibiyiz.