Hepinizin 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı kutlu olsun! Bu seneki 19 Mayıs'ın anlamı daha öncekilerden çok farklıdır: 2019 Kurtuluş Savaşı'nın başlangıcı ve Kuvva-yı Milliye'nin kuruluşunun (Milli Kuvvetlerin) yüzüncü yılıdır.

Bugün rahat evlerimizde oturuyoruz, güçlü ordumuz ve emniyet teşkilatımızın sağladığı güvence altında huzurluyuz, semalarımızda dalgalanan bayrağımız ve üstünde yaşadığımız vatanımız – yani dedelerimizin mezarı olmuş ve torunlarımızın beşiği olacak olan ortak evimiz – için hangi bedelleri ödediğimizin farkında değiliz. Sanki hep mutlak bir barışla geçen bir 1000 senedir buradaymışız gibi düşünüyoruz. Hâlbuki iş hiç de öyle değildir. İsterseniz bir hatırlayalım:

TARİHTE ANADOLU BİR BARIŞ YURDU OLMAMIŞTIR

Anadolu coğrafyası Hititlerden bu yana sürekli işgal tehdidi altında olan, adeta her dönemin büyük güçlerine savaş alanı olmuş, barışla dolu yılları az ama savaşla dolu yılları çok olan acılı bir coğrafyadır. Biz Türkler için Moğol istilası, Haçlı seferleri, Beylikler döneminin kargaşası, Timur istilası, Fetret Dönemi 150 sene boyunca hep kargaşa içinde geçmişti. Fatih sonrasında uzun yıllar düşman işgali olmamış ama bu sefer de kendi devletimiz ceberut yanını göstermişti: Babaî Ayaklanması benzeri Türkmen ayaklanmaları olan Şahkulu İsyanı, Kalender Şah İsyanı, Celali İsyanları ve sonunda da eşkıyaların kurumsallaşarak âyanlara dönüşmesi…

Bu karmaşa ve acı dolu dönemlerin ardından çöküş seneleri gelir… Düşman istilası önce Balkanlara dayandı: 1877-78 yıllarında 93 Harbi, Arnavutluk İsyanı, Balkan Savaşları ve benzeri etkenlerle milyonlarca Balkan Türkü Anadolu’ya aktı. Hepimizin ailesinde uzaktan yakından bu felaketli yılların yadigârı bir Balkan Türkü vardır mutlaka. Son olarak da Birinci Savaş sonrasında memleketin toptan işgali gündeme gelmiştir. Sevr Anlaşması İngiliz ve Fransızların himayesinde Ermeni ve Kürt devletlerinin kurulmasını, İzmir bölgesinin Yunan’a Akdeniz’in İtalyan’a Marmara ve Boğazların da Uluslararası Komisyon’a bırakılmasını öngörmekteydi. Türk’e sadece Orta Anadolu bırakılmış ve Padişah ile Hükümet esir alınmıştı.

19 MAYIS 1919’A GİDEN SÜREÇ

Manzara-i umumiyye şu idi: Ege, Marmara ve Karadeniz’de Rum çeteleri, Doğu’da Ermeni komitacılar ve bir yığın ayrılıkçı İngiliz iş birlikçisi ekalliyet. İzmir işgal edilmiş, Müslüman ahali katledilmeye başlanmış, vatanın ve milletin namusu ve izzeti iki paralık olmuş vaziyette… Bu durumda, Sevr Anlaşması hükümlerine göre orduların hepsi silah bırakacaktı ama bu eşkıyalar ve çeteler serbest kalacaktı. Türk’ün eli de armut toplamıyordu, tabii… Her yerde birbirinden bağımsız milli müdafaa cemiyetleri ortaya çıkmakta idi ama bunların birbiriyle irtibatlı olması ve güç birliğine gitmesi gerekiyordu. Gerek İngilizler gerekse Saray Hükümeti bu gelişmelerden rahatsızdı. Anadolu’da gelişen bu milli müdafaa cemiyetlerini bastıracak, ordunun ve polis teşkilatının lağvedilmesini icra edecek, Rum ve Ermeni çetelerine karşı kendini savunan Müslüman ahaliyi sindirecek, işgalci emperyalistlerin ve gaddar Rum ve Ermeni eşkıyalarının rahatça at oynatmasını sağlayacak bir müfettiş tayinine karar verildi. Sultan Vahidettin eski yaveri Mustafa Kemal Paşa’ya bu görevi verirken, “Paşa, devlet ve millet sizden hizmet beklemektedir!” derken, aslında milli müdafaa cemiyetlerinin dağıtılmasını ve İngilizlerle arayı bozacak her hangi bir pürüzün engellenmesini istemekteydi. Çünkü herkesin bildiği üzere, o dönemde hükümet politikası Türkiye’nin bağımsızlığının ve Türklerin can güvenliğinin ancak İngiliz himayesi ile sağlanabileceğidir. Bunun en büyük savunucusu da dönemin Sadrazam’ı Damat Ferit Paşa’dır. Hiç, esaret altına girilerek bağımsız kalınabilir mi? Trajikomik… İşte Atatürk bu sebeplerle Samsun’a olağanüstü müfettiş olarak tayin edilmiştir. Oraya vardığında ise kendisinden beklenenlerin tam tersini yapmış ve milli müdafaa cemiyetlerini birleştirmişti: Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti. Ya da, halk arasında bilinen adıyla Kuvva-yı Milliye…

Erzurum ve Sivas Kongreleri sonrasında 7 Eylül 1919’da kurulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, milli mücadelenin ana teşkilatı oldu. Zaferden sonra Gazi Paşa’nın önerisiyle Cumhuriyet Halk Fırkası ismini aldı; yani, bugünkü CHP. Hoş bugünkü CHP ile Atatürk’ün CHP’si arasında büyük fark vardır ya, neyse…

Kuvva-yı Milliye ruhu her zaman tehdit altında olan bu coğrafyada her zaman yaşatmamız gereken bir ruhtur. Özünde üç temel ilke yer alır: Tam bağımsızlık, millet hâkimiyeti ve milli birlik. Bugün, eğer 19 Mayıs 2019’da, Atatürk’ün ve Kuvvacı ecdadımızın yolundan gitmek istiyorsak her şeyden önce bu ilkelerin hayata geçirilmesi gerekir. İsterseniz bunları aşağıda özetleyelim.

19 MAYIS 2019’DA KUVVA-YI MİLLİYE

TAM BAĞIMSIZLIK: Bugün küreselleşme şartlarında bir ülkenin kendini dünyadan izole etmesi mümkün değildir, akılcı da değildir. O zaman, tam bağımsızlıktan kastımız nedir: Siyasi bağımsızlık, iktisadi bağımsızlık ve kültürel bağımsızlık.

Siyasi bağımsızlık iç ve dış politikada kendi kararlarımızı kendi hedeflerimiz doğrultusunda belirlemek. Yani “Batı ne der?” diye, büyükelçilerin talimatıyla politika oluşturmamalıyız.

İktisadi bağımsızlık ile anlaşılması gereken tamamen dünyadan izole olmuş bir ekonomi değildir. Bu sadece fakirlik getirir. Ancak iktisadi bağımsızlıktan kasıt ekonominin çarklarını çevirebilmek için dış borca muhtaç kalacak duruma düşmemektir. Memleketin bankacılık, imalat sanayi ve iletişim gibi stratejik sektörlerini yabancı firmalara bırakmamaktır. Ekilebilir toprakların yabancı (İsrailli, Katarlı ve ABD’li) firmalar tarafından satın alınmasını engellemektir.

Kültürel bağımsızlık: İletişimin bu kadar yaygınlaştığı bir çağda kültürlerin birbiriyle etkileşimde bulunması kaçınılmazdır. Bu durumda kültürel bağımsızlık ne anlama gelir: Türkçeyi korumak, doğru şekilde yazılıp konuşulmasını sağlamak, her türlü sanat alanına destek vermek ve gençlere nitelikli bir eğitim sağlamak. Eğer bu üç politikada uygulanırsa, o zaman Türk Kültürü de dünyada diğer kültürlerle serbest rekabete girebilir düzeyde olacaktır.

MİLLET HÂKİMİYETİ: 2019’da bu kavram, temel insan hakları çerçevesinde bütün kurum ve kurallarıyla, yerleşmiş gelenek ve töreleriyle demokrasinin tesis edilmesi anlamına gelir. Demokrasi sadece çoğunluğun yönettiği rejim değildir, aynı zamanda azınlığın haklarının da korunup kollandığı rejimdir. Bir başka ifadeyle de, demokrasi, sandıkla gelinen rejim değildir ama sandıkla gidilen rejimdir. Milletin hâkim olabilmesi için milletin her mensubunun kendinin haklarının bu devletçe savunulduğu ve devletin yönetiminde kendisinin de görüşlerinin önemli olduğu intibaına ulaşması gerekir. Bu da tam demokrasi ile olur.

MİİLİ BİRLİK: Bu konuya ileriki yazılarımda değineceğim. Özellikle küreselleşme ve milli devletler bağlamında… Ancak kısaca özetleyeyim… Üç Silahşörler romanında Atos, Porthos ve Aramis’in sloganını hepimiz biliriz: “Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için!”. İşte milli birliğin oluşması için sihirli formül budur: Herkes kendinden önce diğerlerini düşünecek, diğerleri için çalışacak ve diğerleri için üretecek. Gazi Paşa ve arkadaşları, en azından Kurtuluş Savaşı’nda bunda başarılı olmuşlardır. Bugün de, milletçe en önemli sorunumuz milli birliğin zayıflamaya başlamasıdır.

Bugün hangi siyasetçi bu ilkelere dayanıyorsa 2019’da Kuvvacı odur!