Temmuz ve ağustos aylarında eskilerin ifadesiyle Eyyam-ı Buhur adı verilen kavurucu sıcakların da bu sene için gerilerde kaldığı söylenebilir.
Temmuz ve ağustos ayları tozu dumana katarak eylüle ulaştı. Kuşkusuz her ayın insan üzerinde farklı çağrışımları var. Her fert kendince anlamlar yüklüyor ve ona göre kıymetlendiriyor ayları. Ayların, dünyamızla, gökyüzüyle, ay ve güneşle kuşkusuz ki yıldızlar dünyasıyla da yakından ilgili. Gök biliminin, astrolojinin, yıldızlar ilminin ya da bilinmeyen gizemler dünyasının insan üzerindeki çağrışımları da oldukça fazla ve etkili.
Temmuz ve ağustos aylarında eskilerin ifadesiyle Eyyam-ı Buhur adı verilen kavurucu sıcakların da bu sene için gerilerde kaldığı söylenebilir. Eyyam-ı Bahur, yaz mevsiminin en sıcak ve boğucu günlerine verilen Arapça kökenli Türkçe sözcüktür. Ağustos ayının ilk yedi günü anlamına geliyor. Böyle ifade edilse de Toros Dağlarında ve Akdeniz Havzasında “Eyampur Günleri” deniliyor. Abdullah Garip Emmim, temmuzdan eylüle doğru akıp gelen günler için, “Eyampur” bastırdı gene(yine) derdi. Her şey, eşyalar, dünya, ay ve yıldızlar dünyası, dağlar ve deryalarda kendine düşen bir ödevle dönüyorlar ve devridaim sürüyor.
“Yaralayıcı, derbeder bir yalnızlığın sızısıyla bir kuytuda,
Ardıç ağacının dibinde, çalıkuşlarının oyunlarına yenilerek
Yayla sakızı rayihasında ıslık çalan rüzgârın
Zambakları dansa çağıran çiğdemlerin
Gözlerime aktığı özlemin adı eylüldür
Ben yapayalnız bir kuytuda seni beklemekteyim”
Eylül gelince şehirli toparlanıyor, şehir toparlanıyor. Sanki haziranla birlikte toplum darmadağınık hale dönüşmüştü. Kim kiminle, kimler kimlerle ve kimleri nerelerde, nasıl bulabileceğin konusunda kesin bir bilgiye sahip değilsindir. Nasıl oluyor da birlikte ve beraberce sıkı sıkıya bağlı olan işçiler, memurlar, ev ahalisi birdenbire ortadan kaybolup çekip gitmişlerdir? Sessizliğin hüküm sürdüğü yaz ayları gitmemeye öylesine direnseler de Eylül’ün gelip çatmasına engel olamamışlardı. Eylül, sır perdelerini tek tek aralayarak sanki toplanma düdüğü çalmışçasına herkes o düdüğü duymuş gibi yollara dökülmüş, doğal hayatı terk edip gittikleri şehirlerine, evlerine statikleşmeye, plastikleşmeye yeniden dönmüşlerdi. Hareketlilik her bir yanda gözlemlenebiliyor, alışveriş mağazaları tıklım tıklım, ne pahasına olursa olsun okullar yenilenmiş, boyanmış bir halde yuvalarına dönen yavru kuşları bekliyorlardı. Hazırlık bütün yönleriyle şehirleri kuşatmış, sıcağın ve susuzluğun toprağı paramparça ettiği bir mevsimden eylülün kapısı açılmış, yağması beklenen yağmurlar, gökyüzünü dolduran bulutlarla şenlenivermişti.
İnsan çok garip; sıcağa sıcak, soğuğa soğuk diye şikayetlenip durur. Oysa sıcağın da, soğuğunda, rüzgârında, yağmurunda sahibi aynı. Ondan gelen rahmettir bize diye düşünmek çok zor değil elbette. Lakin şikâyetin nereye gittiğini düşünme gafleti, bizleri ne duruma düşürüyor? Bunu düşünmek akıl sahibi olan bizlere kalıyor. Eh artık, şehre dönünce kitaplar, yeniden okumalar aklına geliyor insanımızın. Mehmet Rauf'un 1900'lerin başında yayınlanan Psikolojik romanı "Eylül'ü", Osman Balcıgil'in "En Hüzünlü Eylül'ü gündemimize gelse de sanatı, edebiyatı, şiiri yeniden hareketlendirdiğini de biliriz. Kültür, sanat, edebiyat, şiir uykudan uyanmıştır. Tiyatro, sinema, resim sergileri ve musiki birdenbire hareketlenir. Sahneler açılır, yeni yayınlanan eserler, fuarlar çekici hale dönüşüverir.
Eylül Sarısı, rengârenk dönüşümüyle ruhları farklı bir mevsime, mütebessim bir çehreye büründürür. Yeni romanlar, yeni şiirler, yeni eserler penceremize konan güvercinleri andırır. Örneğin; Sevgili Dostumuz Hurşit İlbeyi'nin "Mavera Yolcusu" romanını, Selami Yalçın'ın "Cennete Yolculuk" romanını, Motto Yayınlarında yeniden yayınlanan "Herkes İçindeki Dünya Kadardır" deneme ve makalelerden oluşan eserimizi okuyabilirsiniz. Edebiyat alanında el kitabı niteliğinde olduğunu da ifade edelim. Şükrü Karatepe'nin "Kendini Kuran Şehir" İz yayıncılıktan, Nihat Genç'in "Karanlığa Okunan Ezanlar" Cadde yayınlarından bence okunmaya değer eserlerden. Yine Türk şiirinin şehidi "Seyyid Nesimi" yi Hasan Aktaş'ın kaleminden okumalısınız. Hatırlatmakta yarar gördüğüm Diyanet İşleri Başkanlığı imzasıyla okuyucuya ulaşan, son yıllardaki en özgün kapak, tasarım ve yayınladığı eserlerle dikkat çekiyor. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş'ı, Diyanet Yayınlarını, Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü ve Daire Başkanlığını, özelde Cafer Tayyar Doymaz Beyefendi ve ekibini tebrik ediyorum. Özellikle Mahmut Bedrettin Yazır'ın "Medeniyet Âleminde Yazı ve İslam Medeniyetinde Kalem Güzeli"ni, "İlme Adanan Bir ömür Mehmet Savaş" Biyografi çalışmasını, "Yunus Emre, Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil" eserlerini tavsiye etmekten büyük keyif aldığımı da ifade edeyim.
Dostum sevgili Mustafa Özcan'ın "Bir Öyküdür Eylül Ayı" hikâyesiyle sizleri baş başa bırakayım. Sağlıcakla, muhabbetle, huzurla ve esenlikli bir Eylül temennisiyle efendim.
"Eylül'e de merhaba dedik. Güz günleri geldi çattı. Oysa yaza nasıl da alışmıştık! Şimdi nereden çıktı bu telaşlı bulutlar, bu serseri rüzgâr nereden esiyor? Yine gafil bizi eylül! Bir mevsime daha hazırlıksız yakalandık. Fakat mevsimlere alışmaktan başka çaremiz var mı? Güze de alışacağız, seveceğiz onu. Ele avuca sığmayacak güz gülleri; naif, kırılgan, yaralı bir kuş gibi… Sabun köpüğü günler, bir gün uçup gidiverecek. Ardından üzüleceğiz. İnanın eylül bize hiçbir şey yapmayacak. Yağmurlara hazırlıksız yakalandık diye, eylülü suçlamaya hakkımız yok ki. Yapraklar sararıp sararıp dökülüyorsa, martılarda anlaşılmaz bir heyecan varsa, denizin yüzü asık ve dalgalar hırçınsa, güneş bir ısıtıp bir kayboluyorsa ve insanın bir hali diğerine uymuyorsa eylül gelmiştir ve onun bir derdi vardır. Söyleyin, hangimiz düşündük Eylül’ü, hangimiz sorduk derdini ve onu anlamaya çalıştık? Bırakın anlamayı, bütün uçarılıklarımızı, mahmurluğumuzu tutup Eylül'e yüklemez miyiz?
Eylül'ün bir derdi vardır. Aramızda kalsın; o, Nisan'a sırılsıklam âşıktır ve işi gücü baharın nazlı kızını düşünmektir. O savrukluğu, kararsızlığı da bu yüzdendir. Eylül'le Nisan arasında gizli bir aşk sürüp gitmektedir. Bütün dertleri birbirine kavuşmaktır; ama bunun olmayacağı bellidir. Ne yapar Nisan? Tabiatın cıvıl cıvıl canlanışı, insanların, yüreklerinde bir kıpırtıyla yollara dökülüşü, çevrenin insanı deli edercesine güzelliğe bürünüşü hep onunla gelmiyor mu? O da insanların içine yaşama sevinci doldurur, çevreye bakma, yeniden dirilişi görme yeteneği verir gözlere. Sonra bitkilere can suyu yürür, ağaçlar çiçeğe durur. Çiçekler rengini ondan alır. İnsana, ağaca, çiçeğe ve dağlardan kopup ırmaklara akan kar sularına gizliden gizliye aşkını işler Nisan. Haydi der, alın benim sevdamı Eylül'e götürün. Ve sabırsız bir bekleyişe koyulur sonra…
Dünya kuruldu kurulalı böyledir bu. Yaz gelince yapraklar kavrulmasın, insanların yüreklerindeki sevinç eksilmesin diye dua eder Nisan. Çünkü sevdasını taşıyan yalnız onlardır. Sonra Eylül gelir. İnsan, ağaç, çiçek ve su emaneti teslim ederler sahibine. İşte Eylül'ün bütün şaşkınlığı bundandır. İnsana bir naiflik üfleyişi, neşeli yağmurlarla gelişi, caddeleri, bağ ve bahçeleri belki olukları cıvıl cıvıl dolduruşu bundandır. Ama olan ağaçlara olur. Onlar Nisan'ın sevdasını getirip teslim etmenin yorgunluğuyla yapraklarını bırakıverir rüzgârlara. Peki, Eylül ne yapar bundan sonra? Bütün bu olanlar; güneşin bir açıp kayboluşu, bu kesik kesik yağmurlar, hep aşkın dizlerde derman bırakmayışındandır. Önde zorlu bir kış ve tam altı ay vardır. Sevgiliye ulaşmanın bir yolu olmalıdır. Eylül'de aynı yolu seçer. Der ki insanlara:
“Bakın, yazın miskinliğinden, yakıcı sıcaklarından kurtardım sizi. Sevecek ne kadar çok şey var etrafınızda. Kendinizi şehrin kıyılarına, ormanlara vurun. Bereket ve aşk ayıyım ben der. Kışa girmeden tabiatı bir daha yoklayın, tadın bütün yemişlerinden. Benim uçuk güneşimde son defa ısıtın içinizi. Güneşi, sevincinizi, ümitlerinizi doldurun yüreğinize. Kış gecelerini, soğuk ve güneşsiz günleri bu sevinçle bir çırpıda geçin. Bahara ve sevgilime ulaşın. Ona ulaştırın sevdamı.’’
Çiçeklerin tohumuna, meyvelerin çekirdeğine, anlaşılmaz bir heyecanla akan sulara söyler bunları. İnsanlara söyler. Onlar da bir kış taşırlar içlerinde bu sevdayı. Kış biter bitmez tohumlar, çekirdekler, su ve insan dayanamaz bu aşkın ağırlığına, ortalığı çığlık çığlığa bir neşeye verirler. İşte baharın gelişi böyle olur.
Nisan'la dünyanın yeniden dirilişi, tutup bizi delicesine hayata bağlayışı, bu aşkın sevinci ve baharın teşekkürüdür. Düşünün bir kere, bu aşk olmasaydı hayatımızın tadı-tuzu kalır mıydı? Soğuk ve karanlık kış günlerini, boğucu, kavurucu yazı nasıl geçirirdik? İşimiz hep Eylül'ü ve Nisan’ı beklemekle kolaylaşıyor. Ah bir bahar gelse diyoruz; Eylül'ün serinliğine ulaşsak diyoruz. Aslında biz, bir aşkın salıncağına binmiş gidiyoruz. Bir sevdanın çemberine yerleşmiş, dönüyoruz. Her şey o aşkın ürünü. Mevsimlerin, ayların, gündüzle gecenin birbirine olan aşkı. Tohumun hayat bulma sevdası, ağacın yeşillenme sabırsızlığı. Bizi yaşatan budur. Aşk, her şeyi hoş göstermeye yetip artar. Eylül'ü sevmemiz için çok sebep var. Siz isterseniz yine sevmeyin, direnin sevmemek için. Bir gün bir tepeden inerken yahut ansızın pencereyi açtığınızda; bir akşam eve dönerken yüreğinizde bir hafiflik hissedeceksiniz. İçiniz içinize sığmayacak. Kuş gibi olmak derler ya hani. Bir serinliğin içinde kaybolup gideceksiniz. Eylül sizi çoktan avlamıştır.
Keşke Eylül hiç bitmese, uçuk güneşler ve ince bir serinlik doldursa günlerimizi. Yağmurlar böyle ince ince yağsa, kaynamış mısır satıcıları doldursa çarşıları ve hep böyle tüy kadar hafif olsa gövdemiz…"
Sözü şiire bırakalım, görelim şair neler söylemiş;
"Atlar beyaz, atlar kızıl, atlar siyah
Kıyamete kadar yaşayacaklar
Dörtnala kıtalar dolaşacaklar
Ağızlarından köpükler çıkaracaklar
Dağlar aşıp deryalara dalacaklar
Akıncı atlarıdır bunlar
Dalga dalga nal sesleridir dağlardan duyulan
Ufku tarar gibi, bulutlara erer gibi koşudadırlar
Güneş doğar gibi doğar kızıl atlar
Tarihin kalbini taşır bu atlar
Ceylan yürekli atlılar gelip geçtiler buradan
Suya iner gibi süzüldüler ovalardan, bayırlardan
Pınarlar gibi çağladılar, gelişleri yar gibiydi
Sarı saçları yıldızlara ağardı
Gelişleri var ya hep bahardı, atlar Eylül'de ağlardı." Vesselam.
www.recepgarip.com