2002'ye kadar "askerî vesâyet" olarak gözüken yapıya aslında vesâyet yumağı ya da vesâyet koalisyonu da diyebiliriz.
Önce geriye dönük bir durum tespitiyle başlayayım. Kasım 2002’ye kadarki süreçte, Türkiye Cumhuriyeti devletinin bütçesinin yüzde 70’ten fazlası, dış borç fâiz ödemelerine gidiyordu. Ekonomi dibe vurmuştu. Memur maaşları ödenemiyordu. Hükûmet, Lüksemburg’un verdiği 1 milyon dolar borca tamah edecek dönemlerden çekmişti. Esnaf, devletin başbakanının önüne yazar kasa fırlatıyordu. Anayasa kitapçığı havalarda uçuşuyordu. Sosyal güvenlik sistemi felç olmuştu. Sağlık sistemi, ödeme yapamayan hastaları rehin alıp senet imzalatacak durumdaydı. Binlerce ekonomi bürokratı arasında memleketi kurtaracak kimse yokmuş gibi, Dünya Bankası’ndan adam getirilip süper yetkilerle donatılıyordu.
Siyâset kurumunun durumu ise daha da kötüydü. Birçok dönemin başbakanı ve dokuzuncu cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in ifâdesiyle “Başbakanlık makam odasına 1960’ta kurulan darağacı” hâlâ duruyordu. Demokratik seçimlere girip ülke yönetimine gelecek olan partilerin ortak ama demokrasiye aykırı bir endişesi vardı: “Asker ne der?”. Halkın yetki verdiği başbakanlar, postal korkusundan şapkasını alıp gidiyordu.
Yumağı Oluşturan Vesâyetler
2002’ye kadar “askerî vesâyet” olarak gözüken yapıya aslında vesâyet yumağı ya da vesâyet koalisyonu da diyebiliriz. Ülkenin gelişme, yâni muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma hedefine ulaşmada tâkip edeceği yolun ortasında kocaman bir kaya parçası gibiydi bu yumak. Biz bu vesâyet yumağının uzun zaman sâdece askerî vesâyet yüzünü gördük. Ay’ın karanlık yüzünü görememek gibi, vesâyet kayasının arkasını göremiyorduk.
Derken, bu vesâyet yumağını oluşturan paçavra ve çaput parçaları tek tek belli olmaya başladı. Kendini demokratik hükûmetten üstün gören Akademik Vesâyet rengini, “Ordu göreve” diyerek iyice açık etti.
Sivil toplum kisvesi altındaki vesâyet, “Biz esasız; bizim istemediğimiz hiçbir şey olamaz” diye ortaya çıktı.
Yargı vesâyeti, halkın oy verdiği ve bunu tek başına ikinci kez iktidar olacak kadar güçlü bir şekilde yaptığı, yüzde 47 oy almış partiye kapatma davâsı açarak kendini belli etti.
“Sözde değil, özde” demokrasi ve laiklik isteyenler, internet sitelerinden son bir çıkışla askerî vesâyeti parlatmak istediler.
Medya vesâyeti olarak mâlikânelerde hükûmet kurup devirenler, günlük kıyâfetlerle karşıladıkları başbakanlara benzemeyen bir başbakanla karşılaşınca, salon beyefendiliği maskelerini çıkardılar.
Mâlî bürokratik vesâyet, sadâkatle(!) nöbet yerini bırakmamakta hâlâ ısrar ededursun, meselenin ulusal boyutta olmadığı anlaşıldı.
Vesâyet Üzerinden Sömürgecilik
Hababam Sınıfı’nda bir anlayış vardır: “Biz birbirimize her şeyi yaparız, ama başkası kılımıza dokunamaz”, ama bunların “Pis Yedili” dizisindeki zengin çocuk-fakir çocuk anlayışı olduğunu gördük. İçeride herkes vesâyet oyununda bir kademe oyuncusu gibi görüntü veriyordu. Ama bu vesâyet oyuncularının dışarıdan verilen taktik ile oynadıkları iyice belli oldu. Bunların elleri, kolları, ayakları, boyunları, göbekleri ucu dışarıda olan iplere bağlıydı. Kukla gibi oynatıldıklarını belki kendileri bile bilmiyordu. Bilenler ise, hayran oldukları efendilerinin her isteğine kabul gösteriyordu.
Ve biz, kendimizi bu vesâyet yumağında egemen ve bağımsız bir ülke zannediyorduk. Bu, 20. Yüzyıl sömürge sistemiydi. Bayrağımız, paramız, siyâsî sınırlarımız, halkın seçimiyle göreve gelen hükûmetlerimiz vardı. Meclisimizin duvarında “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazıyordu. Ama bunların “muşamba dekor” olduğunu bilenler çoğalıp dekoru yırttıklarında ortalık karıştı.
“Dolarım, Dolarsın, Dolar” Oyunu
Elimizi, kolumuzu, gözümüzü bağlayan yumak çözüldü ve artık iyice dağıldı. Paçavralar, çaputlar ortalığa yayıldı. Devlet ve halk, yıllarca bağlı durmanın verdiği uyuşmadan kurtuluyor. Bağlı durma yüzünden zayıflayan yerlerimiz, ağrıyor. 15 Temmuz’da sargıları üstümüzden attık ve yoğun bakım bölümünden çıktık. 16 Nisan’da taburcu olacağımız haberini aldık. 24 Haziran ise iki yüz yıldır hasta olan adamın artık kendi evine gidip, toprağının, vatanının, devletinin başına geçeceği târihtir.
Bizi vesâyetle uyuşturanlar, kapılarında besledikleri çomarları devre dışı bıraktı ve kendileri sahne aldı. Yeşil yeşil kostümlerle, “Dolarım, Dolarsın, Dolar” adlı oyunu yazdılar, yönetiyorlar ve oynuyorlar. Ama bu millete rasyonel şekilde kurulmuş tuzakların sökmediğini bir türlü öğrenemediler. Dolar değil 5 TL, 55 TL bile olsa bunun bir oyun olduğunu herkes görüyor. Finansal ayak oyunları yapıp, bu milleti açlıkla korkutuyor, ama bu milletin ibadetlerinden birinin oruç olduğunu hesaba katmıyorlar.