Başka ülkelerin eğitim sistemiyle ilgili öykünecek çok şey söyleyebiliriz.
Koronovirüs meselesi, tıbbî bir tehdit olmaktan çıkmadı ama, başka alanlarda da gündem olmaya başladı. İnşallah meselenin tıbbî boyutunun daha önemli, hatta tek önemli taraf olduğunu unutmayız. Yoksa, KOVİD-19’un sebep olduğu sorunlar, magazinleşmeye ve hayâtî tehlike gündemden düşmeye başlar. Bizim KOVİD-19’a nasıl ve hangi yöntem önem verdiğimiz ve ilgi gösterdiğimiz, onun sebep olduğu tehlikeyi azaltmıyor. Bu virüs, biz ona hiç önem vermesek de can almaya devam eder.
KOVİD-19 adlı virüsün sebep olduğu salgın hastalık sebebiyle dünyâda yaklaşık üç milyar kişi, evlerinden dışarı çıkamıyor. En son 1.3 milyar nüfûsuyla Hindistan’da sokağa çıkma yasağının ilan edilmesi, hastalığın kaynağı olan Çin’e en yakın ülkede tehlikenin yeni anlaşıldığını gösteriyor. Bu mesele, içten içten yanan kütük gibi, hayâtımızda olmaya devam edecek.
Ülke borsalarından dünya borsalarına, üretim ve insan gücünden ulaşım ve nakliye sektörüne, gıdadan spora kadar her alanda işler artık eskisi gibi olmayacak. Uluslararası spor müsâbakaları erteleniyor. Olimpiyat Oyunları, EUFA Kupaları, Şampiyonlar Ligi maçları ve final organizasyonları askıya alındı ve belli olmayan târihlere ertelendi. Barcelona gibi milyar dolarlık kulüpler bile, tasarruf tedbirleri çerçevesinde, futbolcularının maaşlarından indirime gidiyor.
Hayât, uzaktan kumandadaki “bekleme” tuşuna basılmış gibi. Sokaklar öğle saatlerinde bile gece yarısı gibi tenha. Ayrıca hastânelerde sâdece âcil hastalara hizmet verilmesi de, diğer zamanlardaki hastaların “sağlık” değil de “iletişim ve sosyalleşme” amaçlı hastâneye gittiğini gösteriyor.
Gelelim “eğitim” konusuna
Başka ülkelerin eğitim sistemiyle ilgili öykünecek çok şey söyleyebiliriz. Eğitim sistemimizin “sistemsiz” olduğundan dem vurabiliriz. Öğretmenlerin maaşlarının yetersizliğinden yakınabiliriz. Birçok velinin okulu “eğitim kurumu” değil de, “çocuk emânetevi” olarak gördüğünü ve tâtil sebebiyle burnundan soluduğunu görüyoruz.
Ama bütün bunlar bir tarafa, ortaya çıkması muhtemel başka bir sorun var. Bunu bir sosyal bilimci olarak, sorunsal hâline getirmemiz ve önlem almamız gerektiğine inanıyorum. Şu anda “12 yıl zorunlu eğitim” kuralının geçerli olduğunu ve bunun yakın bir süre öncesine kadar “8 yıl zorunlu eğitim” olarak uygulandığını hatırlayalım. Şu anda yaşı 30-35 civârında olanların çoğu, “8 yıllık eğitim sistemi”nin birer ürünüdür.
Her yıl, iki dönem ve her dönemde en az ondört hafta ders gördüğünü kabul ettiğimiz ve sekiz yılda toplam “224 hafta” okula giden ve her hafta ortalama otuz saat ders gören bir öğrenci, ortaokul diploması aldığında yaklaşık altıbin yedi yüz yirmi (rakamla 6720) saat görerek mezun olmuştur.
Peki ne öğrenmiş!
Bunca hafta ve bunca ders saati eğitim-öğretim gören, anasının-babasının okutmak için büyük fedâkârlık yaptığı, yemeyip yedirdiği, giymeyip giydirdiği, arkadaşlarına mahçup olmasın diye hiçbir şeyini eksik bırakmadığı öğrenciler, şimdi günlük hayatta ve iş güç sâhibi olmuş durumdalar.
Ahlâkî olarak FETÖ’de zirve yapan soru çalma konusu, ülkemizde hâlâ basit bir “kopya çekme” eylemi olarak görülmektedir. Hatta kopya çekmeyi mârifet zannedenler ve “öğretmeni kandırdım” diye kendince hava atanların sayısı hiç de az değildir.
Kışın okulların tâtil olması için “kar duâsı”na çıkan, dersin boş geçmesine sevinen, yoklama alınmayınca derse gelmeyen bir öğrenci profilinden bahsediyorum. Bu profilde eğitim sistemimizin katkısı çok büyüktür. Saat 20:00’daki maç için saat 12:00’den itibâren stadın etrâfına toplananlar, derse beş dakika geç girmeyi kâr zannetmektedirler.
Bunca saat ve yıl okula gidip diploma alanlar, o diplomayı sakladıkları sandığı çoktan unutmuş olabilir. Ama bâzılarının “65 yaş üzeri sokağa çıkma yasağı” uygulamasını “sosyal medya videosu malzemesi” yapanların terbiyesizliğini kimse unutmayacak. Yaşlılar eskiden otobüste yer vermeyen gençlere kızarken, okula giderek aldığı eğitimden nasibini almamış terbiyesizler, bu yaşlılara mikrop muamelesi yapmaktan çekinmediler. Demek ki, hiçbir şey öğrenememişler. Bunlara eğitimi örgün değil, kulaklarından akıtarak versek de fayda etmeyecektir. Çünkü onlar, okulda disiplinsizlik yapmayı, derste konuşup öğretmenin dikkatini dağıtmayı mârifet bildikleri bir süreçten geçtiler.
Biz henüz okulun ne demek olduğunu öğretememişken, örgün eğitimi verimli kullanamışken, yavaş yavaş uzaktan eğitim yöntemlerini konuşmaya ve KOVİD-19 yüzünden uygulamaya başladık. Uzaktan eğitimin sonuçlarını da görmek için de henüz çok erken.
“Okula gelmeden de oluyor” (mu?)
İlkokul birinci sınıftan itibâren öğretmeninin gözünün önünde olduğu hâlde, binlerce saatlik eğitim-öğretimi heba edenlere uzaktan ne öğretilebilir? “Öğrenci olmak” deyince sâdece “otobüse indirimli binmek” avantajını anlayanlara uzaktan ne öğretebiliriz?
“İyi bir iş için” okuyup, “sabah 9’ta ders olur mu?” diye şikâyet edenler, acaba Türkiye’de mesâi saatinin saat 09:00’da başladığını uzaktan eğitim yoluyla öğrenebilirler mi? Ders hangi saatte başlarsa başlasın, muhakkak geç gelmeyi örgün eğitimde bile alışkanlık hâline getirenler, uzaktan eğitimle hangi “iş disiplini” ve “çalışma kültürü”nü edinecekler?
Yıllarca öğrencileri günlük hayatta kullanmayacakları bilgilere boğarken ve bunu yapmak için okul binâları inşa ederken, bu gerçeği görmek istemedik. Belki 20-30 yıl sonra, “okul binâsı” diye bir şey kalmayacak. Binlerce okul binâsı işlevsiz kalınca, sayıları milyonu geçen öğretmenlerin işlevleri de sorgulanacak. 20-30 öğrenciyi “okulda tutmak” gibi bir işlev ortadan kalkınca, diploma için gerekli bilgiler, bir kez kaydedilip tekrar tekrar seyredilebilen videolarla sosyal medyada dönmeye başlayacak.
Zâten “kişisel gelişim” ve “sertifika” programları çoktan atı alıp Üsküdar’a geçmişken, uzaktan eğitimin tadını alanlar için, örgün eğitim ve öğretmenler de anlam ve önemini yitirecek.
Uzaktan imamlık, uzaktan öğretmenlik olmaz
Şu anda yeni heves olarak televizyon başında ve ekran karşısında eğitime sıcak bakabiliriz, ama bunun ucu kaçarsa, eğitim sistemimizin yanlışlığı ve eksikliği, eğitim sistemimizin ve bunca yıllık kadro birikimi ve insan kaynağı sermâyemizin sonunu getirir. Bu, evde namaz kılanabilir deyip câmileri kapatmaya benzer. Bu, sosyal hayâtın merkezinden “insan unsuru”nun çıkartılması demektir.
Oysa KOVİD-19 gösterdi ki, biz yıllarca insan unsurunu unutmuşuz. Neye öncelik vermemiz gerekir, diye düşünürken elimizdeki tek vazgeçilmez unsurun insan olduğunu şimdi bile ihmâl edersek, gelecekteki belki KOVİD-30’un salgın ihtimâlini de ortadan kaldırmış oluruz, çünkü enfekte olacak insan bulamayacağız.
Uzaktan eğitim uygulamaları külliyen ne kötü, ne de iyidir. Sâdece 21. yüzyılda ortaya çıkan ihtiyaçlara bulunan çözümlerden biridir. Bu gibi uygulamalar, belki bize insan unsuruna daha çok dikkat etmek ve önem vermek için fırsat ve zaman sağlayacaktır.