Çoğaldıkça değer düşer. Herkese birer madalya verirseniz hepsinin değeri sıfırlanır.
Çoğaldıkça değer düşer. Herkese birer madalya verirseniz hepsinin değeri sıfırlanır. Bizde sanat sözcüğünün başına öyle bir şey geldi. İnsanoğlunun yarattığı en ölümsüz nimetin adıdır o sözcük. Sanatçı diye de o yüce değeri üretebilen çok çok nadir kişilerden birine denilir. Türkiye’de ise kulak tırmalamadan şarkı söyleyebilen güzelce bir kızsanız, önünüze mikrofon getirecek ve magazin sayfalarına yüzünüzü yansıtabilecek biriyle iş ayarlayabilirseniz… Ya da sağa sola sert bakabilen düzgün bir delikanlıysanız ve bir dizide it rolü kapabilirseniz… İki haftada “sanatçı” olur, “ünlüler” sürüsüne katılırsınız. Süleyman Demirel’in bir sergiye, konsere, tiyatroya gittiğini duymadım. Ama cumhurbaşkanlığı sırasında bir ara o alanın da destekçisi görünmeye heveslendi, çoğu İbrahim Tatlıses ayarında yüze yakın kişiyi “devlet sanatçısı” ilan etti. Anında alay konusu oldu tabii o unvan. Gerçek sanatçı eğer devleti desteklerse ona şan bağışlamış olur; devletin sanatçıyı yüceltmek için ihsan edebileceği onur yoktur.
Berlin duvarı yıkılmadan önce katıldığım uluslararası kültür toplantılarında Sovyetler Birliği’nden ve Doğu Avrupa ülkelerinden gelen kimilerinin yakalarındaki “Devlet Sanatçısı” kartlarına Batılı delegeler gülümsememeye çalışarak bakarlardı. “Bu kişi sanatçı olsa boynuna destek kartı asmaz” diye düşündükleri belliydi.
Ün sorununa gelince… Bir anımı anlatayım.
Türkiye İşçi Partisi’nin altın dönemi. Mehmet Ali Aybar partiye ciddi güç ve 15 milletvekilliği kazandırmış. Biri de Çetin Altan. Onun uslanmadan önceki hızlı yılları. Ben her gün Milliyet’te yazıyorum. İlhan Selçuk’la birlikte sol kesimin üçlü gözdeleriyiz. Heyecan dolu bir seçim kampanyası sırasında Çetin İzmir’e gidecek, konuşmalar yapacak. Kafileye katılmam, orada olup bitenleri yazmam istendi. Kutsal görev! Kalktım gittim. Gerçekten kıyamet kopuyor İzmir’de. Çetin iyi hatipti. Açıldıkça açıldı. Yer gök inliyor. Fransız Devrimi’nden sahneler sanırsınız. Beni de kürsülere çağırıyorlar orada burada. Ne dediğim önemli değil. Gürültüden söz pek anlaşılmıyor zaten. Bir gün, akşam vakti, helâk olmuşuz. Dinlenmemiz için partililer kolumuza girip bir eve götürdüler. Orada da hayranları Çetin’in başına toplandı. Ben bir yan odaya kaçtım.
Karşımda yaşlı bir hanım oturuyor. Sonra zeki yüzlü bir kız çay getirdi, hanımın yanına ilişti. Üniversiteli olduğunu düşündüm nedense. Hayran hayran bakıyor gibi geldi. “Tabii,” dedim içimden, “solun ünlü yiğitleriyiz.” Ama biraz sonra sordu çekinerek: “Affedersiniz, siz… Bir de içerideki bey… Ne iş yapıyorsunuz?” Hiç unutmam!