1945, harp sonrası Amerikan ordusunun Batı Avrupa'da kontrolü ele geçirdiği süreçte, iki büyük dünya harbini çıkaran ve sonuçta birbirlerini helak edip çaresizliğe düşen Avrupalı eski büyük güçler ile tesis edilen Amerika–Avrupa birlikteliği başlangıcından beri hiçbir Birleşik Devletler Başkanı Orta Avrupa Prensiplerine bugünkü kadar muhalif olmamıştır, buna rağmen Avrupa güçlü Transatlantik ortaklığına alternatif bulamıyor…
2003’teki A.B.D.’nin Orta Doğu’daki askeri harekatı Batı cenahında ilk çatlamayı belirginleştirdi ve Avrupa Ailesi arasında ilk büyük ölçekli tarihi travmaya yol açan bölünmeleri beraberinde getirdi. Bu bize bir anlamda 1956 Süveyş krizi esnasındaki ihtilaflı dönem gibi, de Gaulle’ün NATO askeri kanadından çekilmesi günlerini hatırlatıyor. Belki yüzeyde işler 2003 başına kadar kötü gözükmeyebilir fakat, bugün sınırları yakınında birikmiş 180 bin kişiye varan güçlü askeri kuvvetin İran’a karşı konuşlanmış olduğu en kötü hipotez olarak karşımızda duruyor. Bu son İran Nükleer anlaşmasının iptali krizinden sonra Brexit’e rağmen AB üyeleri şimdilik daha birbirlerine yakın duruyorlar ve bu fikir birlikteliği Başkanın yanlış Kudüs kararında da kendini biraz da olsa hissettirdi. Bu şartlarda doğal olarak iki blok arası çatlağın genişlemesi ve zorbalığa karşı ayrılma beklenebilecekken Avrupa’nın yeni çözüm üretememesi, Avrupa ortak ordusu gibi bir takım projelerini hayata geçirememesi durumun statik halini korumasına yol açtı. Tabii ki bu alternatif oluşturamama durumu Amerika tarafından gayet iyi bilinmekte. Eee! “Büyük devletler ile ilişki kurmak ayı ile yatağa girmeye benzer..” denmiştir. Avrupalı göçmenlerin kurduğu ülke artık çok büyümüştür hele de tek kutuplu dünya düzenine geçildiğinden beri ve bu ülkenin ortalama vatandaşlarının entelektüel düzeyleri de bellidir, dolayısıyla eski kültürler mensuplarının sahip olduğu düşünce ve tutumlarındaki zarafet bu cenahtan pek beklenilmemelidir.
A.B.D. Başkanının birbirini süratle takip eden kararları fevkalade acımasız ve dünyanın geri kalan bölümü için saygısızca olmasının yanı sıra yansımaları çok uzun zamanlar neticesi bir şekilde yerleşmiş gözüken uluslararası sistemi yıpratıcı ve tekrar sorgulanmasını gerektirir hale getirdi. Örneğin İran nükleer sözleşmesine 12 yıllık uluslararası diplomatik çaba ve de Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya’nın dışişleri bakanlarının Tahran’da yaptıkları barışçıl amaçlı, çetin müzakereler neticesi varılabilmiş olmasına rağmen uluslararası hayati sözleşmeden diğer tarafları yok sayarak vazgeçilebildi. Avrupa’nın başat rolü üstlenerek ulaşılan bu örnek anlaşmadan ABD’nin ani çekilmesi tarihi ortaklarına da haliyle bir nevi saygısızlık olarak algılandı ve daha önemlisi önceden rastlanmamış şekilde bir gecede uluslararası ağırbaşlı anlaşmalardan tek taraflı çekilmenin yarattığı güvensizlik ve gelecek hakkında oluşan belirsizlikleri beraberinde getirmiş oldu. Bundan böyle tek taraflı ani kararlar verebilen bir ülkeye nasıl güvenilebileceğinin sorgulanması ve tedirginliği de böylece başlamış oldu. Avrupa açısından bu durum değerlendirildiğinde; amiyane tabiriyle, darbenin sadece karşıdaki hasımdan geleceğine şartlanarak hazırlananın tam tersi beklemediği anda asıl darbeyi en yakın yoldaşından almasının yarattığı dramatik travmayı çağrıştırıyor doğrusu…
İlk icraatında Paris-İklim sözleşmesinden çekilen, alüminyum ve çelik mamulleri üzerinde yeni tarifeler empoze eden ve de İran sözleşmesinden de çekilerek kendisi açısından yok sayan bu büyük ortakla ilgili artık boşanma zamanı geldi mi? Diye düşünülse de her ne kadar Avrupa’nın dünyanın güçlü ekonomik yöresi olmasına rağmen iki yaka arasındaki kapital ve emtia trafiği, askeri ittifak gibi hayati nedenlerden güçlü trans Atlantik işbirliğine halihazırda herhangi bir alternatif olmaması boşanma tarzı kesin ayrılışın bugün şartlarında düşünülemeyeceğini işaret ediyor. Çin ve Rusya’nın da bu tarz bir ittifak sunmaktan epey uzak oldukları da ayrı bir gerçek, tersine cihatçı terör olarak adlandırdıkları olgudan epey ürkmüş vaziyetteki eski kıta A.B.D. ile yaşanacak uzaklaşmanın otoriter Rusya yönetimine büyük fayda sağlayacağını çok iyi bilmekte, herhalde çaresizlikleri de bu nedenden kaynaklanmakta. Aynı zamanda yeni kıtanın da kendi konumundan emin pervasızlığı bu sebebe bağlanabilir.
Bugün Orta Avrupa’daki genel düşünceyi özetlersek: Günün seçenekleri çok zor ve gerçek ikilemler barındırıyor dolayısıyla önceliğin AB’nin pekişmesine ve kıtanın batısı ve ortasının güvenliğine verilerek yanlış hesaplamalardan maksimum ölçekte kaçınılması, aksinin sadece Rusya’nın çıkarlarına yarayacağı bu ve benzer nedenlerden verilmeye mecbur kalınan ödünlerin A.B.D. korumasının ön ödemesi olduğu düşünülüyor! Neticede 1945’ten beri transatlantik ilişkisinin Avrupa ekonomisinin ve güvenliğinin sarsılmaz kaynağına sebep olduğuna inanılıyor. Aynı zamanda 2003’te Fransa’nın Irak’ın işgaline karşı çıkması gibi denemelerle Avrupa arada sırada gerçek gücünün ne seviyede olduğunu da tartarak çıplak gözle görmeye çalışıyor.
Son tahlilde; siyasi imkansızlıklarının gittikçe daha da farkına varmaya başlayan demokrasinin beşiği Avrupa’nın meşhur insan hakları, hürriyet, barış ve sair başlıklı mottolarını kendi küçük siyasi çıkarları haricinde artık pek kullanamaz durumda olduğundan ve İklim Sözleşmesine, İran Nükleer Sözleşmesine sadakat ile ilgili ve de Filistin de Birleşmiş Milletler kararları doğrultusunda iki devletli çözüm lehine resmi beyanlarda bulunulsa da bugün İran aleyhine adı altında Orta Doğu’da hazırlanmaya başlanılan harekat hakkında, köklü ve kibirli eski kıta olarak kendisinden beklenilen ve arzu edilen güçlü reaksiyonu bu şartlar altında ortaya koyamayacağı öngörülebilir.