Ortalama Amerikalı korkuyor. Trump'da bu korkuyu kullanıyor.

Ortalama Amerikalı korkuyor. Trump’da bu korkuyu kullanıyor.Trump, Amerikalıları Müslümanlar ile korkutuyor. Meksikalılar ile korkutuyor. Biri öldürür, diğeri işinizi alır diyor. Diyor ama ülkesinin ekonomik verileri ha bire iyi çıkıyor. İşsizlik yüzde 5. Böyle giderse yani Trump’ın istediği fabrikalar Amerika’da kurulursa çalışacak adam bulamayacaklar. Bir yandan da bunun farkındalar. Amerikan fabrikalarında Norveçli çalıştıracak değiller ya.

Ama bir de düşmana ihtiyacı var. Olağan şüpheli ise Müslümanlığı kullanan teröristler. Aradaki farkı anlamıyorlar. Veya anlasalar da inadına tersine davranıyorlar. Ve maalesef dünyadaki kimi gelişmeler aklı başında insanları değil, onların fikrini pekiştiriyor.

Aslında bu durumun bir Müslüman-Müslüman olmayan kavgası değil zengin-fakir mücadelesi olduğunu göremiyorlar. Kimse sormuyor, “Amerikaya girişi yasaklanmak istenen ülkelerin tamamının fakir olması tesadüf mü?” diye. Ve yine kimse araştırmıyor, eğer durum Müslümanlardan gelecek terör tehdidine karşı önlem almaksa, 11 Eylül’ü gerçekleştiren teröristlerin önemli kısmı Suudi Arabistan vatandaşı iken, zengin Suudilere yasak konmamasının sebebi ne? (Buradan yasak koyulsun anlamı çıkartmayın. Derdim zengin-fakir ayrımının altını çizmek.)

Şimdi Amerika’da işte bu mücadele var. Bir yanda benim gibi düşünenler, diğer yanda korkanlar. Doğal olarak da kimi politikacılar bu korkuyu arttırmak için çalışıyor.

Peki, sizce Trump adı geçen 7 ülkedeki elçiliklerine emir verip Amerika’ya vize vermeyi durdurabilecekken neden böylesine tantanalı bir yönteme başvurdu. Sokaklar gösteri alanına döndü, hakimler devreye girdi.

Cevap bana göre basit: Çünkü Trump henüz daha bir iş adamı. Yaptığı işleri tantana ile duyurmayı seviyor. Karakteri böyle. Adını taşıyan binalar da aynı özellikte. Gösterişli.

Şöyle bir düşünelim. Trump ile ilgili okuduğumuz haberler neler? Obama’nın sağlık reformunu budadı, Meksika sınırına duvar çekti, Meksika Başkanı’nın gelmemesini sağladı, Avusturalya liderinin yüzüne telefon kapadı, bir iki ticaret anlaşmasını iptal etti, İran’ı tehdit etti. Kafayı Birleşmiş Milletler’e taktı, NATO’nun mevcut yapısını beğenmediğini söyledi. Gördüğünüz gibi yaptığı her şey yıkmak üzerine. Kendisinden önce yapılmışları bir bir bozuyor. Bir süre sonra bozacak birşey kalmadığında “Yapmak” gerektiğini anlayacak.

Ama bu kadar yıktığında, nasıl yapacak doğrusu merak ediyorum. Yani İran ile savaşınca ülkesinde işler daha mı iyi olacak? Veya yüz yıldır oluşturmaya çalıştıkları “Amerikan rüyası”nı yok edince. Sokaklarda Meksikalı ve Müslüman mı avlayacak? Böyle olunca işler yoluna mı girecek?

Hiç zannetmiyorum.

BİR REDNECK HAYATIMIZI KURTARDI

Sokaktaki ortalama Amerikalı, son derece kibar ve saygılıdır. Kimseye kötü davranmaz. Yabancı olduğunu bilse bile. Tamam geçmişinde kölecilik de vardır, ırkçılık da. Ama bunlarla mücadele edenler de yine ortalama Amerikan vatandaşlarıydı. Filmlerde gördüklerimiz uç örneklerdir. Zaten ortalama insanlardan film yapılmaz ki.

Amerika’da bir deyim var. Redneck. Amerika’nın güneyinde ya da orta batı eyaletlerinde yaşayan, beyaz ırktan, düşük eğitimliler için kullanılan argo bir deyim. Türkçesi: Kızıl boyun. Tarif ettiği sosyo ekonomik grupla ilgili ön yargılarla yüklü ve bazen aşağılayıcı bir anlamda kullanılıyor.

Kızıl boyun denmesinin sebebi ağırlıklı olarak tarlalarda çalıştıkları için enselerinin güneşten yanması. İşte bir gün bunlardan biri tam olarak olmasa bile kısmi anlamda hayatımı kurtardı.

Yolumuz bir gün (Geçen yıl) Amerika’nın güney batısına düştü. Dört kişiyiz. Kiralık bir araç ile San Diego’dan, Las Vegas’a gideceğiz. Haritayı açınca büyük bir otobanı gösteriyor istikamet olarak. Normalde oradan gitmek lazım.

Ama haritada çöl olduğu belli de bir bölge var. “Navajo reserve” yazıyor. Navajo bilgidiğimiz bir kızılderili kabilesi ismi. “Reserve” ise bu kabileyi bu bölgeye kapamışlar anlamında. Aklıma çocukluğumun İtalyan çizgi romanları geldi. “Vahşi Batı’da” geçenler. Hadi dedim. Buradan gidelim. Adeta şeytan dürttü.

Bir süre sonra yol önce daraldı, sonra ıssızlaştı ve bir çöl iklimi başladı. Ama ne çöl. Tıpkı o çizgi romanlardaki gibi. Hava sıcak mı sıcak. Dışarıda olsan kurursun. Öylesi yani. Yol boyu hiç bir araç yok. Kaktüsler, çalılar ve ufuk çizgisine kadar kurak bir alan. En yakın benzin istasyonu 150 kilometre falan gösteriyor. O da açıksa.

Ama manzara olağanüstü. Tek sıkıntı yüz kilometrelerce gidiyorsun yolda bizden başka araç yok. Biz otomobilin içinde 4 kişi, manzaranın tadını çıkarta çıkarta gidiyoruz.

Derken yol kenarında ufak tabelalar belirmeye başladı. Üzerlerinde, “Soft shoulder” yazıyor. Bir yandan direksiyondayım bir yandan düşünüyorum. “Yahu, soft, bizim soft. Yumuşak yani. Shoulder ise omuz anlamında. Çevirince “Yumuşak omuz” anlamına geliyor. Eeee. Tamam çevirdik ama bir anlam çıkmadı. Belli ki bir deyim. Ama anlamı ne?

Bunu düşüne düşüne giderken çölün ortasında bir dağ belirdi. Manzara acayip güzel. Dedim ki, “Şurada duralım bir fotoğraf çektireyim. Tom Miks’in mekanındayım” Aracı yolun hemen kıyısındaki toprak zemine çektim.

Çektim ve çilemiz başladı. Araç birkaç dakika içinde kumlara gömüldü. Şasiye kadar kumun içine girdi. Benim ne olduğunu düşündüğüm “Soft Shoulder” işte bu anlama geliyormuş.

Çaresiz indik araçtan. Hava o kadar sıcak ki nefes alınmıyor. En hafifimizi direksiyona oturtup itmeyi denedik. Ama araç o kadar ısınmış ki kaportaya el değmiyor. Kızgın tava gibi. Gözlerimiz ter doldu. Ter, toz ile birleşip bizi garip uzaylı yaratıklara dönüştürdü. Çaresiziz. Gelen giden yok. Telefon çekmiyor. En yakın yerleşim iki yöne 100 kilometre.

Çaresizlik içinde 2 saat kadar bekledik. Otomobili hafifletmek için bavulları indirdik falan ama kâr etmedi. Bildiğin Amerikan çöllerinde öleceğiz.

Derken hani o koca tekerlikli kamyonetler var ya, işte onlardan biri yanımızda duruverdi. O bizden akıllıydı. Aracının iki tekerini asfaltta bıraktı dururken. İçinden bir redneck indi.

Size tarif ediyim: O sıcakta uzun kovboy çizmeleri giyiyor. Aşırı iri yarı. 30 yaşlarında, sarışın. Mavi gözlü. Teni, güneşten yanık. Ve ağzındaki üst dişler yok. Sonradan bunun bir uyuşturucunun marifeti olduğu öğrendim.

Geldi. Bize baktı. Sadece yardım etmek istediğini söyledi. Ve sonraki 1 buçuk saat boyunca bizim aracımızı kurtarmak için uğraştı. Bir elektrikçiymiş ve bir işten dönüyormuş. Allah’tan aracında elektrik kabloları vardı. Bizi bağladı, çekmeye başladı. Ama teller koptu. Sonra bir daha daha çift kat yapıp bağladı. Elleri parçalandı, kanadı. Ama kurtardı.

Tek bir kez bile yakınmadı. Nereli olduğumuzu, ne yaptığımızı sormadı. Sadece yardım etti. O sıcağın altında tam 1 buçuk saat.

Bizi kurtardı. Para vermek istedik. Kibarca reddetti. Geldiği gibi gitti.

Biz bu kez asfalttan milim sapmadan 100 kilometre daha gittik. Bir benzin istasyonu görünce durduk. Dilimiz damağımız kurumuştu. Bir de baktık ki Redneck kurtarıcımız da aynı yerde durmuş. Biraz sohbet ettik. Meraklı Türkler olarak, insanların neden böyle bir bölgede yaşamak isteğini sorduk. Verdiği yanıt ilginçti: “Burada şehirde yaşamak istemeyenler yaşar.” Peki ne iş yapılır diye eklediğimizde: “Demiryolu ve uyuşturucu” dedi. Sonra yoluna devam etti.

Yani diyeceğim, ülkeleri eleştirirken yönetimlerini eleştirebilirsiniz. Ama sokakta yaşayanların sizden, benden bir farkı yok.