Bu köşede ilk dönem İslam Tasavvufu ve onun iktisadi hayata yansımaları üzerinde çok sayıda yazı yazdım.
Bu köşede ilk dönem İslam Tasavvufu ve onun iktisadi hayata yansımaları üzerinde çok sayıda yazı yazdım. Tabiî ki ben, ilk önce, iktisatçıyım. Dolayısıyla ele aldığım iktisadi problemlerin tarihsel arka planını incelerken bu konulara girmiştim. Osmanlı’nın son dönemleri ve Cumhuriyetin ilk dönemlerinde bütün mütefekkirlerin ortak olarak cevap aramaya çalıştıkları sorulardan biri de, “Ne oldu da, biz, Batılılardan geri kaldık?” ya da “Ne oldu da Batılılar bizi geçti?” sorusu olmuştur. Osmanlı’nın son döneminde Batıcılar, İslamcılar ve Türkçüler birbirlerinden farklı ideolojilerle de olsa, ortak bir nokta da buluştular: Tarihin bir yerinde, nitelikleri ve etkilerinin büyüklüğü tartışılabilir olan birçok sebepten Osmanlı Cemiyetinde bir sanayileşme ve sermaye birikiminin olmadığı, yani daha net bir tanımla kapitalizmin gelişemediğini, tersine aynı dönemde Batı’nın, yine, nitelikleri ve etkilerinin büyüklüğü tartışılabilir olan birçok sebepten dolayı kapitalizmi geliştirip, sanayileşmiş bir ekonomi ve şehirlileşmiş bir topluma ulaştığını söylediler. Bu üç görüşün farklılaştığı nokta, “Osmanlı cemiyetinin neden sermaye birikimi, sanayileşme ve şehirlileşmeyi üretemediği” sorusuna verdikleri cevapta saklıdır. Batıcılar, hem Türk kültürünün hem de İslam dininin bizatihi tarihsel sebepler ve ortaya koyduğu değer yargılarıyla gelişmenin önünde engel olduğunu bu yüzden hem Türklükten hem İslam’dan kurtulmadıkça gelişip medeni hale gelemeyeceğimizi savunmaktaydılar. Türkçüler, kendileri imal ettikleri Türk tarihinin muhayyel kahramanlarını örnek olarak gösterip, geri kalmanın sebebinin Türk kimliğini kaybetmekte, milli birliğin bozulmasında, (Arap, Fars veya Batı kökenli olsun) yabancı değer yargılarının hâkim olmasında gördüler. İslamcılar ise Peygamber Efendimizin Asr-ı Saadet’ini yine kendi muhayyilelerinde efsaneleştirip, bozulma ve çürümenin İslam’ın ilk dönemindeki değer, norm ve toplumsal yapıdan kopuşumuz sebebiyle gerçekleştiğini, bunun da çöküşün ana sebebi olduğunu söylediler. Bu üç farklı düşünce okulunun en büyük eksikliği, temelde iktisadi ve maddi olgulara ve süreçlere bağlı olan bir meseleyi düşünce, kültür veya inanç bağlamında ele almalarıydı. Bunda, iktisat bilimi ve iktisadi düşünce ile Türk cemiyetinin ancak Cumhuriyet döneminde – o da çok yetersiz olarak – tanışmış olmasının büyük payı vardır.
Bir önceki yazımda bahsettiğim gibi, bana bir sohbetimizde Gülten Kazgan Hocamız “Türkiye Keynes’i Sabri Bey’den öğrendi.” demişti. Sabri Hoca Atatürk tarafından kurulan İktisat Fakültesi’nin ilk kadrolu personelidir. Hocaları daha çok Hukuk, Sosyoloji ve Siyaset Bilimi gibi alanlarda tedrisat almışlardı. Almanya’dan gelen Hocalar da, Alman sosyal bilimcilerin çoğunda olduğu gibi, iktisadi olaylara salt iktisadi açıdan değil diğer sosyal bilimlerin verilerini de kullanarak enter-disipliner bir yöntemle bakmaktaydılar. Dolayısıyla Sabri Hoca bizim yetiştiğimiz gibi standart bir iktisatçı olarak yetişmemiştir. Onun eserlerinde bu terkipçi ve enter-disipliner yaklaşımı görmek bu yüzden çok doğaldır.
Yazının girişinde bahsettiğim son dönem Osmanlı ve ilk dönem Cumhuriyet aydınlarının cevap aradığı soruya Sabri Hoca hem bir sosyolog hem de iktisatçı olarak cevap vermiştir. “Hocam. Sabri Ülgener’in düşüncesi hangisine yakındı? Batıcı mıydı, Türkçü müydü yoksa İslamcı mıydı?” Benim eserlerinde okuduğum ve başta Erol Manisalı, Gülten Kazgan ve Doğan Kargül Hocalarımdan dinlediğim kadarıyla üçüne de mensup değildi. Ailevi kökenleri itibariyle Sünni – Hanefi – Nakşibendi bir geleneğe dayanmakta, son dönem Osmanlı’nın saray çevresinde yetişmiş biriydi. Onda İslamcıların veya Türkçülerin devrim ateşi, Osmanlı geleneğine karşı bakışları yoktu. Tersine o Osmanlı’nın yüksek şehir kültürünün son temsilcilerinden biriydi. Öte yandan Cumhuriyet döneminin ilk entelektüellerinden biri olarak da Atatürk‘ün hatırasına ve Cumhuriyet’in hedeflerine de samimi bir bağlılığı vardı. Ona göre Cumhuriyet bir kalkınma, sanayileşme ve şehirlileşme projesiydi. Yani, özetleyecek olursak Osmanlı geleneğini bilen ve yaşayan bir insan olarak, bu geleneği Cumhuriyet şartlarında yeniden üretmeyi amaçlamaktaydı.
Hal böyle olunca, Osmanlı medeniyetinin neden geri kaldığı sorusuna iki farklı disiplinde verilmiştir. Sosyolog olarak Sabri Hoca, başlangıcından bu yana Türk toplumunda hâkim olan kaderci, vahdet-i vücutçu ve (kendi deyimiyle) batınî tasavvuf anlayışı ve bu anlayışın yüzyılların birikimiyle yol açtığı toplumsal ataleti (durgunluğu) geri kalmamıza neden olan zihniyet yapısının temeli olarak tanımlar. Öte yandan iktisatçı olarak da, Sabri Hoca, sermaye birikiminde geri kalmış bir toplum olarak devletçi bir ekonomi politikasını ve planlı kalkınmayı savunur. Bugün, Hocamızın bu iki tezinden ilkini ele alacağım. Bu arada benim katılmadığım yerlerde, Hocadan ne yönde farklılaştığımı da söyleyeceğim.
ÜLGENER’İN TASAVVUF VE ÇÖKÜŞ DÖNEMİ İKTİSADİ HAYATA DAİR GÖRÜŞLERİ
Ahmet Güner Sayar Hoca’dan bir alıntıyla başlayalım: “Sabri Ülgener’in sosyolog kimliğinin en değerli ürünü İktisadî İnhitat Tarihimizin Ahlâk ve Zihniyet Meseleleri adlı eseridir. Daha sonra yayımlanan Zihniyet ve Din ile tamamlanan eserde, Batı Avrupa’da ortaya çıkan kapitalistleşme süreci karşısında Osmanlı ekonomisinin çözülmeye girdiği bir dönemde iktisadî zihniyet dünyasının bir tahlilini yapmıştır. Weber’in, kapitalizmin doğuşunda Protestanlığın üstlendiği role dair düşüncelerinden hareketle Ülgener, farklı bir yerde ve farklı bir zamanda Osmanlı ekonomisinin kapitalizme geçememesinin sebeplerini göstermeye çalışmış; İslâmiyet’in belirlediği iktisat ahlâkı (norm) ile yaşanan hayatı şekillendiren iktisadî zihniyetin (reel) Osmanlı gerçeğindeki muhasebesini yaparken özellikle bâtınî tasavvufun rasyonel bir ekonomik bireyin oluşmasını engellediğini ileri sürmüştür.” (SAYAR, A.G., “SABRİ ÜLGENER” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, www. islamansiklopedisi.org.tr)
Sabri Hoca, dinin temel değerlerinin gelişmeye engel olduğu görüşünü reddeder. Bu açıdan Batıcılardan farklılaşır. Ancak yüzyıllar içinde İslam dininin Osmanlı Cemiyetinde oluşan yorumunun ve bunun hayatımıza yansımalarının sermaye birikimi, teşebbüs gücünün oluşumu ve ticaretin gelişmesine engel olduğunu söyler. Kendi tabiriyle “zihniyet meselesinin” çıkış noktası batınî tasavvuftur. Bu konuda yakın arkadaşları Ömer Lütfi Barkan’la ve Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’yla ne tür musahabelerde bulunduklarını tahmin edebiliyorum. Ama ne yazık ki, benim yaşım bu sohbetlere canlı tanık olmama yetmiyor. Yine de “batınî tasavvufla” kastettiği Osmanlı’nın ilk döneminde Babai hareketinden gelen, Yesevi, Haydari ve Vefai müntesibi dervişlerin oluşturduğu Abdalan-ı Rum’u kastettiğini düşünüyorum. Daha önceki yazılarımda da bahsettiğim gibi, rekabet yerine dayanışmayı, özel mülkiyet yerine ortaklaşa mülkiyeti, kendi bireysel çıkarları yerine toplumsal çıkarı tercih eden bu dervişlerin kurduğu tekkelerde öğrettikleri tarikat yolu ve yaydıkları İslâm anlayışı kapitalizmin oluşmasına neden olan kâr amacı güden ve kâr elde etmek için üretim yapan girişimci karakterine pek uygun değildi. Sabri Hoca Rüstow vasıtasıyla tanıdığı Weber sosyolojisine dayanarak bu çıkarımda bulunmuştu. Weber Kapitalizm’in zihniyetinin püriten ahlâkı savunan ve çalışmayı bir ibadet olarak gören Protestanlık’tan neş’et ettiğini söylemekteydi. Sabri Hoca da, buradan yola çıkarak, Ahilerin loncaları, Bayramîlerin imece ile ziraat yöntemleri ve benzeri içe kapalı, topluluğun çıkarına çalışan, tarikat aidiyetiyle birleşmiş meslek ve zanaat taassubunun Batı’da olduğu gibi uzun erimli bir iş örgütlenmesi doğuramayacağını ve iş hayatında rasyonel tercihlerle ilerleyen bir girişimci sınıfın gelişmesine engel olduğunu belirtir. Hem kendi dinimiz, kültürümüz ve geleneğimiz içinde kalıp hem de bir girişim kültürü oluşturmanın yolu olarak da batıniliği reddeden Melamilik de görür. (Hocanın bahsettiği Melâmilik 19’uncu yüzyılda ortaya çıkan üçünce devre Melamiliği olsa gerektir. Çünkü ilk devre Melâmiliği, bizzat Hâce Yusuf-u Hemedâni vasıtasıyla hem Yesevî hem de onun uzantısı Haydari geleneğine hem de bugünkü Nakşibendilerin çıktığı Hâcegân yoluna kaynaklık etmiştir, DMD.) Melâmiler mistik bir İslâm anlayışını savunmakla beraber tasavvuf ehli sûfilerden ayrılmaktadırlar. İsterseniz yine İslam Ansiklopedisinden alıntılayalım:
“Melâmetîlik ile sûfîliğin birbirinden farklı oluşuna muhtemelen ilk defa temas eden Hargûşî’ye göre Melâmetîler’in metodu ilme, sûfîlerin metodu hale dayanmaktadır. Hargûşî, Melâmetîler’in çalışmayı ve kendi el emekleriyle geçinmeyi tercih ve teşvik etmelerine karşılık sûfîlerin çalışmayı bırakıp zühd ve tevekkül üzere yaşadıklarını, Melâmetîler’in mârifetin çalışma ve şahsî gayretle elde edilebileceğine inandıklarını, sûfîlerin ise mârifetin rabbânî bir mevhibe olarak tecelli edeceği görüşünde olduklarını ve Melâmetîler’in sûfîlerin vecd ve tevâcüd halinde ortaya koydukları raks ve semâ gibi halleri doğru bulmadıklarını belirtir.” (“Melâmetilik” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, www. islamansiklopedisi.org.tr)
Anlaşılan o ki, Sabri Hoca, İngiliz veya Hollandalı püritenlerde bulunan özelliklerin benzerini Melamilerde görmüş. Ancak bunlar da şehirli ve orta sınıfa mensup olmadıkları için bir burjuva zihniyetine tohum teşkil edemezlerdi. Benzeri bir bakış açısı büyük şairimiz Yahya Kemal’de de bulunmaktaydı. Rivayete göre Üstâd, çok sık yaptığı dost meclislerinden birinde mealen: “Her eline def alan Enel Hak demiş! Halbuki biz de İngilizler gibi işinde gücünde, dininde diyanetinde insanlar olmalıydık.”, demiştir.
Ben bu duruma Hocamın Hocası Sabri Ülgener’den ve Weber’den farklı bakıyorum. Osmanlı’nın başlangıcı ve beylikler dönemi Anadolu’sunda hâkim olan tasavvuf anlayışı göçebe veya yarı göçebe Türkmen boylarının üretim tarzı ve ekonomi politiğine uygundu. Zamanla yerleşik tarım toplumu oluştukça, bu tarikatlarda batıniliklerini törpülemiş ve Sünnileşmişlerdir. Bugün kimse Şemsi Tebrizi’nin çâr-ı darp yapan (saç, kaş, bıyık ve sakalların kazınması eylemi) başı kabak yalın ayak bir derviş olduğunu bilmez, bilse de söylemez. Benzeri örnek Hacı Bektaş-ı Veli, Abdal Musa, Akşemsettin gibi büyükler için de verilebilir. Çünkü tarikatlar yerleşik tarım toplumunun üretim tekniği ve yaşam tarzına uyum göstermişlerdir. Benim görüşüm şudur ki, iktisadi geri kalmışlığın sebebi herhangi bir din veya tarikat olamaz. Tam tersine, iktisadi yapının değişimi maddi etkenlere bağlıdır ve yine iktisadi yapı bizatihi dini yorumları değiştirir. Weber örneği için de şunu söyleyebiliriz: Kapitalizm Protestanlık’tan neş’et etmemiş, aksine yeni ortaya çıkan ticari kapitalizmin ihtiyacı olduğu için Protestanlık ortaya çıkmıştır.