Eserleri, özlü sözleri, anıları, yazmaya ve mücadeleye duyduğu aşkı ile hep bizimle olan birine nasıl gitti denir ki...
Yılları saymıyoruz sadece günü var aklımızda zira aradan geçen onca yıla rağmen ne o bizi bıraktı ne de biz onu yolcu ettik yanı başımızdan...
Eserleri, özlü sözleri, anıları, yazmaya ve mücadeleye duyduğu aşkı ile hep bizimle olan birine nasıl gitti denir ki...
Enteresan biriydi. Yaşıtlarından ziyade büyüklerini dinlemeyi, sohbet etmeyi, gözlemlemeyi seviyordu...
Yüzünde hep bir tebessüm vardı. Tebessüm deyip geçiştirdiğime bakmayın siz öyle bir tebessümdü ki; okyanuslar dolusu huzuru, bereketli ovalar misali umudu ve Can Kokulu Baharları içinde barındırıyordu... Hiçbir şey söylemese bile gözlerinin içine bakılsa tüm kasırgalar dize gelirdi sükunetiyle... Bazen düşünüyorum aile büyüğümüz olduğu için sadece bize mi muhteşem görünüyor... Sonra bakıyorum çevreme ve “hayır o sadece bize değil tüm dünyaya muhteşem” diyorum...
Gözlerini açtığı memleketi(mi)ni, kültürünü, dilini, destanlarını, tarihini, sürgünlerini aktardığı eserleri; yirmi dile çevrildi ve dünyanın ilgi odağına yerleşti...
“Kendimi(zi) anlatmak neden suçtu” dedi durdu yıllarca... Bu sebepten çoğu baskıya tepkisini de hiç çekinmeden söyledi ve yazdı gittiği her yerde... Ki hepimiz “ben de sendenim” demek zorunda değiliz! Renklerimizin yarattığı güzellikleri saygıyla kabul etmek olmalı şiarımız zira Yaradan’ın bir bildiği vardı ki; renk renk, boy boy, soy soy farklı dillerde yarattı insan neslini...
Evet işte tam da bu tahammülsüzlükten dolayı yaşanan sorunlar karşısında vatanını bırakmamak için yıllarca direndi, sımsıkı tutundu, var olma mücadelesini verdi fakat olmadı! Oldurmadılar!
Sonrası mı? Bitmek bilmeyen sürgün yılları... Onun gibi gitmek zorunda kalanlarla geçirdiği hiç tanımadığı bir ülkede yaşadığı vatan hasreti dolu yıllar... Havasını, suyunu, coğrafyasını, tarihini, insanını hiç bilmediği bir ülke nasıl vatan olabilirdi? Hiç memleketi gibi kokar mıydı? Olmazdı ve kokmazdı elbet fakat sürüldüyseniz her zerresi uğruna can vereceğiniz vatandan, size kim kucak açarsa ona sımsıkı tutunursunuz hayat mücadelesine devam etmek için... Öyle de yaptı tutundu. Tanıdı, anladı, nefes aldı ve yazmaya devam etti... Sanmayın ki kendisine kucak açan toprakları yazdı. O yine burnunda buram buram tüten vatanını ve memleketini yazdı hasret dolu cümlelerle... Vatan toprağında açan bir çiçeği sayfalarca anlattı da bitmedi hasreti... Güneşin buğday başaklarına saldığı altın sarıyı, rüzgarın getirdiği kenger kokusunu, nar ağacını gelin gibi donatan nar çiçeklerini anlattı da doymadı vatana... Ve eserleriyle, aşklarıyla, evlatlarıyla yıllar birbirini kovaladı fakat o “bir gün belki” umuduyla vatanına dönüş hayalini hep tomurcuk gibi tuttu ve büyüttü yüreğinde...” Bir gün belki vatan ona ve onun gibilere gel” diyecekti kim bilir...
Her nerede olursanız olun, tüm muhteşemliği ile maddi manevi imkanlar elinizin altında olursa olsun ille de vatan demez mi insanım diyen? Der elbette nasıl demesin! Haltiye Zelxâ’nın pişirdiği saç ekmeğinin kokusunu en pahalı en lezzetli pastalara değişmezsiniz... Ya da Kanuni’nin bile şifa bulduğu “bin şifa Karacadağ’dan” gelen sütün, peynirin, yağın, torakın, sıtıl yoğurdunun saç ekmeği ile buluştuğu anları hayal ederken bile insanın yüreğine koca koca yumruklar inmez mi? İner ki hem de nasıl iner... İşte bu yumruklar yıllarca inse de O’nun yüreğine, yüzündeki tebessüm ve huzur ruhundaki “belki bir gün umudu” hiç ama hiç silinmedi...
Hasret, sürgün, vatan dolu yıllardan sonra “belki bir gün” umudu gerçeğe dönmüştü ve bir anda “gel” demişlerdi ona... Hiç tereddüt etmeden, küslük gözetmeden, yılların acısını söküp atıp yüreğinden koşup gelmişti ciğerlerini mis gibi vatan kokusuyla doldurmak için... Gelmişti fakat mücadelesi yine bitmemişti çünkü gençlere ve kurumsal kademelere yaşadıklarını anlatarak yanlışlardan dönülmesi için veriyordu bu kez mücadelesini... Zıtlaşmaların yarattığı yanlışlar karşında onlarca yılını, insanlarını, umutlarını kaybeden sadece Türkiye olmuştu...
Ve hasretin bittiği Türkiye yılları uzun sürmedi yakalandığı amansız hastalık ile. O hastalığına rağmen Türkiye demeye, nasihatler vermeye, birlikte güzeliz demeye, şiddeti reddetmeye devam etti... Şimdi onu anlamaya ve anlatmaya en çok ihtiyaç duyduğumuz yıllardayız...
Evet tam da şimdi tam da seneyi devriyesinde bu topraklardan doğup dünyaya yayılan mis kokusuyla herkesi kendisine hayran bırakan bir Mehmet Uzun hikayesi yazmamız gerekiyor hep birlikte...