Öncelikle şu kelimeleri, birer birer ortaya koyalım: Isfahan, Nişâbur, Kürdî, Hicaz.
Bu kelimeler, birçok kişide mûsıkî ile ilgili çağrışımlar yapacaktır, çünkü bu kelimeler, Türk mûsıkîsindeki yüzlerce makâmın isimlerinden birkaçıdır.
Ancak bu kelimeler, öncelikle birer şehir ya da coğrâfî bölge adıdır. Isfahan, günümüzde İran’ın önemli şehirlerinden biridir. Hem Safevîler’e hem de Pers İmparatorluğu’na başkentlik yapmıştır. Nişâbur da, yine günümüzde İran sınırları içindeki önemli bir şehirdir. Hicaz ise, Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere gibi Müslümanlığın en önemli iki şehrinin içinde bulunduğu bölgedir. Kürdî’ye gelince, Kürtlerin yaşadığı bölgeye âit olan her şeyin genel adıdır.
Bu yazının konusu ise, bu kelimelerin hem birer şehir ya da bölge, hem de birer makam ismi olmasının altından yatan medenî miras ve jeopolitik bakış açısıdır.
Günümüzde Klâsik Türk Mûsıkîsi olarak adlandırdığımız müziğin en önemli özelliği, makam müziği olmasıdır. Makam müziğinin en genel özelliklerinden biri ise, her bir makâmın kendine has bir duygu kimliğine sâhip olmasıdır.
Osmanlı zamânında coğrafya, mimâri, mûsıkî, şiir ve edebiyat, hüsn-ü hat gibi güzel sanat alanlarının tek bir yapı içinde bir araya gelmeleri, bir kültür ve medeniyet dili idi. Zira Osmanlı, farklılıkları birleştiren, çokluğu bir araya getiren Kesret-Vahdet dengesini kuran inancın üzerine kurulmuş bir devletti.
Süleymâniye Câmii’ne giren bir kişi, sâdece taştan bir mühendislik hârikası değil, bir inanç medeniyetinin taşa işlenmiş hâlini görebilir. Süleymâniye Câmii’nde Mohaç Meydanı’ndan Dicle’nin kenarına, Orta Asya’dan Nil kıyısına uzanan siyâsî irâdenin bütünleştirdiği bir medeniyetin izleri vardır. Süleymâniye’nin ve daha nice câmînin minârelerinden tüm coğrafyaların makamlarında ezanlar okunagelmiştir.
Osmanlı, günümüzde uzak coğrafyalarda kurulan askerî üsler gibi, âdeta kültürel birer üs açarcasına, Yahyâ Kemâl’in tâbiriyle “Eski Mûsıkîmiz” ile sivil ve kültürel diplomasi yapmıştır.
Arabistan yarımadasındaki Hicaz bölgesinin adıyla yapılan Hicaz makâmının, yakın müzikâl akrabâsı olan Hicazkâr makâmı, Anadolu coğrafyasında dünyaya gelmiştir. Hacı Ârif Bey de, İstanbul’da bu zengin kültürel mirastan bol bol kullanıp Kürdîlihicazkâr makâmını terkip ederek âdeta Fırat ve Dicle’yi Arabistan çöllerine bağlamıştır. Günümüzde kan gölüne dönen Ortadoğu coğrafyası, adeta tek bir makamın adıyla birleşmiştir.
Kürdî, Hicaz, Hicazkâr, Kürdîlihicazkâr, Isfahan, Nişâbur derken sıralanan yüzlerce makam, Balkan türkülerine, İstanbul şarkılarına, Afyon, Belgrad ya da Şam Mevlevîhânelerinde bestelenen âyin-i şeriflere, üç kıtadaki savaş meydanlarında çalınan mehter marşlarına, Ermeni, Rum, Mûsevî mâbetlerdeki duâlara vücûd olmuştur.
Dede Efendi’ler, Itrî’ler, Şâkir Ağa’lar, Dilhayat Kalfa’lar, Şevkî Bey’lerin yanında Ermeni Bimen Şen’ler, Leon Hancıyan’lar, Kemânî Tatyos Efendi’ler, Rum Bacanos’lar, Lavtacı Andon’lar, Zaharyan’lar kendi isimleri ve Osmanlı kimliğiyle bu hassas ve kırılgan coğrafyada savaş değil barışın bestelerini yapmışlardır.
Bu müziğin makamları Arabistan ile Balkanlar’ı, Kafkasya ile Akdeniz’i birleştiren yolların kesişim noktaları olmuştur. Ama bu kesişimde şimdiki gibi kan ve gözyaşı akmamıştır.
Osmanlı Barışı’nı bitirmek isteyenler, 1992-1995’te Sırpların Bosna-Hersek’te yaptığı gibi, binlerce Osmanlı mimârî eserini yok ederken, kan dökmek istedikleri bu coğrafyanın müziğini de yok etmek istemişlerdir. Kısmen başarılı olsalar da emellerine ulaşamamışlardır. Balkan radyolarında çalınan türkülerle Kahire, Bağdat, Şam, Bakü radyolarında çalınan şarkıların nağmeleri, aynı pınarın gözesinden çıktıklarını göstermektedir.
Osmanlı’nın şimdi üzerinde yetmişten fazla devlet bulunan topraklarda nice medenî ve kültürel altyapının yanında, müzikle başardığı diplomasi, günümüzde yeni yöntemler aranılan sivil ve kamu diplomasinin önünde ışık olmayı beklemektedir.