Orduevlerinin gereksiz olduğuna inanırım.
Orduevlerinin gereksiz olduğuna inanırım. Belki Anadolu’nun kimi yerlerinde gerekebilir. Askerlerin sosyalleşmesi ve kalacak yer temini açısından. Ama İstanbul’un göbeğinde gereksiz gelir. Kendi hiyerarşişi vardır. Dinlenme zamanında bile askeri disiplin devam eder. “Paşa”ların ayrı yerleri vardır. Rütbeye göre. Askeri de halktan yalıttığını düşünürüm. Gün boyu kışlada. Daha sonra tekrar kışlamsı bir dinlenme yerinde. Sonra, gece lojmanda. Belki zamanında sırf bu amaçla düzenlendiler. Tarihçesini bilmiyorum. Sadece halka yasak değildir. Astsubaylara da yasaktır. Onlara ayrı ordu evi.
Açıkçası biraz da kafam fiyatlarına takıktır. Dışarının beşte bir fiyatına yer içersiniz herşeyi. Bu da normaldir. Yer bedava, işçi bedava. Kar amacı da olmayınca sanki Türkiye gibi değildir fiyatlar. Orduevinde askerler çalışır. Kendilerini şanslı sayarlar. Bu nasıl şanssa? Bedavaya çalıştırılırlar. Adı vatan hizmetidir. Arkadaşları tarafından havalara atılarak, araç konvoylarıyla kornolarla askere yollanan delikanlı kurada orduevi çıkınca sevinir. Rahat edeceğim diye. Hanımlar kuaförlerinden faydalanır. Gerçekten dışarının neredeyse beşte bir fiyatına olduğu için. Kuaförde bile rütbe sıralaması olduğu söylenir. Daha komutan, komutanın hanımı öncelik alırmış. Burada da askerler çalışır. Bir kadın kuaförü askere alındığında hemen buraya ayrılır. O da kendince rahat eder. Ama aslında ücretsiz angaryadır yaptığı.
Ayrı bir dünyadır. Kapı giriş kuralları, düğünler vs. Anladığım kadarıyla orduevlerinin de kendi içinde adı konmasa da rütbeleri var. İstanbul’da Harbiye Orduevi komuta merkezi gibi. Rahmetli Turgut Özal burada kalırdı. Mesaj için mi? Belki. Az beklemedim önünde, 10 saat, 15 saat. Ya çıkarsa diye. Ama Fenerbahçe ve Kalender Orduevleri İstanbul’un en güzel yerlerine konuşlanmıştır. Fenerbahçe Orduevi buradaki lojmanlara yakındır. Emeklileri dahil en üst düzey komutanlar burada ikamet ettiği için bir hayli önemli gözükür. Ama Kalender bir başkadır. Boğaz’ın üstündedir. Başkalığının bir sebebi ise önünden yol geçer. Araç içindekiler kafalarını sağa çevirdiklerinde oturan komutanlarla yüz yüze gelirler. O derece yani.
Bu yazının giriş kısmıydı. Şimdi bana hüzünlü gelen kısmını anlatıyım. Önceki gece, gece yarısı saat 23.30 civarı Kalender Orduevi’nin önünden geçtim. Bir trafik, bir trafik. Ne oluyor diye düşünürken birden belli oldu. Kalender Ordu Evi’nin önünde “Demokrasi nöbeti” vardı. Yaklaşık 500 kişi ellerinde bayraklarla, hem nöbet bekliyor, hem boğazın ve serin havanın tadını çıkartıyordu. Yaşananlardan dolayı haklı bir gurur taşıdıkları belli oluyordu. Kalabalığa yaklaşırken şöyle bir 200-300 metre kala, yolun kıyısında bir delikanlı duruyordu. Elinde üzeri yazılı bir karton. Büyük harflerle, “Lütfen korna çalmayın” yazıyor. Orduevi’nde uyumaya çalışanlara ve komşulara rahatsızlık verilmesin diye düşündüm. Ne güzel bir uygulama, ne ince bir hassasiyetti. Sonra Kalender’in önünden geçerken gök gürültüsü gibi sesler duymaya başladım. Konuşmalar yapılıyordu. Ama ne yüksek ses. Hemen yakınında Cumhurbaşkanlığı Huber Köşkü. Orada da birinin uyuması imkansız. Sonra Kalender’in içine baktım. Bomboştu. Hüzünlüydü. Işıklar azaltılmış. Kapının önünde toplanan halk belki bilinç altında şimdiye kadar kendilerine uzak tutulan bu yasak elmanın acısını çıkartıyordu.
Askerler ise belki de içlerinde bu kadar hain barındırıp, fark edememelerinin utancını yaşıyordu. Ama şimdi gelin soğuk kanlı düşünelim. Hatırı sayılır bir süre Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan, 10 insan ömrüne sığacak kadar darbe ve darbe teşebbüsü gören ben, orduevinden çıkıp darbe yapan hiç duymadım. Tamam meydanları dolduruyoruz. Tamam haklı bir gurur yaşıyoruz. Ama yurtdışından ordu mu ithal edeceğiz? Bu bizim ordumuz. Üstelik elde kalanlar demokrasi yanında saf tutanlar. Halkla birlikte darbeci hainleri bastıranlar. O yüzden artık neredeyse taciz boyutuna varacak bu durumdan vazgeçelim lütfen. Üstelik bu ülkenin bir diğer önemli sorunu devam ediyor. PKK. Bu insanlar dağda taşta PKK ile mücadele ediyor. Şehit veriyor. Biraz da bu yanından bakmak lazım.
Asker tokatladığı için yargılanan general
Kadınların “Doğum anıları, erkeklerin askerlik anıları hiç bitmez” derler. Çünkü ikisi de bizi derinden etkileyen şeylerdir. Anlatmaya doyamayız. Kısa dönem çavuş olan ben, ilerlemiş yaşım, bir hayli iri göbeğim ve kısa kesilmiş kır saçlarımla, yaşıtım belki de benden daha küçük olan ve bir hayli ekzantrik bölük komutanının karşısında hazır olda duruyordum. Sordu: “Asker kimdir?” Ben cevap veremeden kendi devam etti: “Asker ölmek için hazır bekleyen kişidir”.
Evet asker, gerektiğinde ölmek ve öldürmek için hazır bekleyen kişilerin genel adıdır. Profesyonelleri vardır, bizim gibi zorunlu alınan da. Belki de zorunlu olmayı hafifletsin diye ulvi anlamlar yüklenir. Bir Amerikalı veya İngiliz ülkesini bizden daha az severmiş gibi. Bizim için vatan sevgimizin, adam olmanın göstergesidir. Biraz dolambaçlı bir giriş oldu. Anlatmak istediğim şey için girizgah yapmam şarttı. Çünkü yazının içinde oradan buraya savrulacağım. Pekiyi şimdi size soru. Kim ölmek ister? Hadi profesyonelseniz. Yani muvazzaf. Ömrünüz boyunca bu iş için yetiştirilmişsinizdir. Ama ya zorunluysanız, kim ölmek için öne atılır? Bunun için yüksek derecede motivasyon gerekir. Bunu toplum zaten yaratır. İçinde büyürüz. Ama içlerinde hiç ölmek istemeyenler çıkmaz mı? Ölümden korkanlar, kaçanlar yok mudur? İşte o durumda başka bir korku devreye girer. Asker düşmandan çok komutanından korkmalıdır diye düşünür kimileri. Komutanından korkmalıdır ki geri dönüşü olmadığını bilsin. Stalin’in hücuma geçen askerlerin arkasına makineli tüfek kurdurup, geri kaçanları katletmesini hatırlayın. Bu askerlerine iki ölüm arasında “Şerefli” olanı tercih etme mesajı veriyordu aslında. Bu durum maalesef insana duyulan saygıyı törpüler. Bizde yine maalesef askere kötü davranılır. Hadi kötü davranılır demiyim, ama iyi davranılmaz. Bu sadece erlere yönelik değildir. Her rütbe bir altındakine sivil hayatta hiç hoş gözle bakılmayacak şekilde davranır. Birbirine böyle davranan dışarıdan olan biz halka nasıl davranır sizce. Yaratılan seçilmişlik duygusu yanlış biçimlendirilir. “Yok” denir ama askerde dayak vardır. Öyle işkence değil tabii. Kaba dayak. Tekme, tokat gibi. Katı hiyerarşi aynı rütbenin içindeki erlerin arasında bile devre tahakkümüne dönüşür. Sanki üç ay önce gelmiş olmak üstünlük sağlarmış gibi. Ama burada sağlar işte. En azından makul görülür. Subay, astsubay, uzman vs... Rütbeler uzadıkça aralarındaki hiyerarşi kuvvetlenir.
İşte bizim değiştirmemiz gereken, insana değer vermeyen bu kafa yapısıdır. Her fırsatta insanın değerli olduğunun altını çizmeliyiz. Şimdi buradan bağlantılı ama başka bir yer ve zamanda yaşanan bir olaya atlayacağım. General Patton Amerikan ordusunun en delifişek generallerinden biriydi. Son derece cüretkardı. Ama askerlerinin hayatını hiçe sayardı. Emirleri dinlemez, kendine göre yorumlar, öne çıkmaya çalışırdı. İkinci Dünya Savaşı’nın savaş meydanlarında adeta kendi efsanesini yazmaya çalışırdı. Bu ataklığı ona başarıyı da getirmişti. Askerler ölür, ama onun ünü büyürdü. 36 yıldır ordudaydı. Kuzey Afrika’da tank kolordusu komutanlığı, daha sonra Avrupa’da zırhlı ordu komutanlığı yapmıştı. Bu ordu efsanesi, büyük komutanın başına ne geldi biliyor musunuz? Savaş meydanında cüretkâr kararları nedeniyle ölen binlerce kişi için değil, Sicilya’nın işgali sırasında korkudan ağlayan bir eri tokatladığı için yargılandı. Hem de nasıl. Ciddi ciddi. Evet savaş vardı. İnsanlar sapır sapır ölüyordu. Patton Almanları bozgun üzerine bozguna uğratıyordu. Asker ölebilirdi ama tokatlanamazdı. Aslında Patton’un yargılanmasının temel mesajı buydu. Bunu anlatma gerekçem de benzer bir mesaj vermek içindi.