İbn Sînâ'nın güzel bir sözü vardır: "İlim ve sanat iltifat görmediği yeri terk eder.
İbn Sînâ’nın güzel bir sözü vardır: “İlim ve sanat iltifat görmediği yeri terk eder.” Üzerine ciltler dolusu yorum yapılabilecek bu sözden “sanat” kelimesini alalım. Sayfalar dolusu yerimiz olmadığı için de sanatın mûsıkî dalına yönelelim.
Lafa gelince “Müzik ruhun gıdasıdır” diyoruz. Müzik dinlemek sâdece duyma duyusunun faal olduğu bir eylem değildir. Müziğin ya güftesi, ya bestesi, ya nağmesi ya çalanı ya da söyleyeni bizi cezbeder. Müzik dinlemek, bir beğeni ve seçicilik gerektirir. “Güzel olan her şeyi dinlerim” sözü, bana hiçbir zaman inandırıcı gelmemiştir. Bu söz bana, “Ben ne dinleyeceğim konusunda seçici değilim, çünkü nasıl seçeceğimi bilmiyorum” demek gibi gelir.
Dinlemek, Dinlenmektir!
Günümüzde artık “müzik dinlemek” faaliyeti giderek yok oluyor. Müzik dinlemek, kulaklıklarla kulağı tıkayıp etraftaki daha kötü sesleri duymamak için, gürültüden hallice seslerle teselli bulmak seviyesine geldi. Müzik dinlerken, dinlenmiyoruz. Müzik dinlerken ruhumuz doymuyor. Aksine, susuzluğumuzu deniz suyu içerek gidermeye çalışmak gibi bir çıkmazın içindeyiz.
Modern zaman şehirlerinde “şehrin müziği” tamâmen “kakofonik” bir durumda olduğu için, bizi yoruyor ve rûhumuzu doyurmuyor. Biz de oturup doğru düzgün bir yemek yemek yerine, abur cubur yer gibi, önümüze gelen ilk “müzik bozuntusu”na teslim oluyoruz. Müzik dinlemek ruhun gıdasıdır, ama biz, “rûhumuzu dengeli beslemiyoruz”.
Gerçek Müziği Bulmak Kolay Değildir
Ortalık bunca müzik bozuntusunun gürültüsüyle işgâl edilmişken, gerçek müziği bulmak emek ve zahmet istiyor. Teknolojik imkânlar bize kaliteli müzik konusunda sınırsız alternatifler sunuyor. Hem dünyâda hem de ülkemizde bir müzik âleti çalmak (sâzendelik) ve bir müzik eserini seslendirmek (hânendelik) açısından üst kaliteye çıkmış birçok müzisyen var. Ancak bu isimler, kaliteli bir ürünün el arabasında değil de, mağazalarda satılması gibi, zahmetsiz ulaşılabilecek türden müzik yapmıyorlar.
Kaliteli müzisyen, sabahtan akşama on tâne beste müsvettesi yapıp, ertesi gün albüm çıkaranlarla karıştırılmamalıdır. Gecesini gündüze karıştırıp, uykusuz kalıp, hatta uyurken bile birden uyanıp aklına gelen sözleri ve besteyi bir yerlere kaydeden müzisyenlerin sunduğu eserler, emek ve zahmet yüklüdür. Bu yüzden onları aramak, bulmak için emek sarf etmek ve bulunca dinlemek için de zaman ayırmak gerekir. Bu emeğin en basit hâli, kalkıp konser salonlarına gitmek ve müziğe zaman ayırmaktır. Bunun ikinci seviyesi bedeni, zihni ve ruhu başka şeylerle meşgul etmeden, hakkını vererek “müziği dinlemek”tir.
“Bu İşin Tadı Kaçtı”
İbn Sînâ’nın dediği gibi, sanat iltifat görmediği yerde durmaz. Her sanat dalı gibi artık müziğin de tüketilen bir mal gibi bakıldığı ortamda iltifat gördüğü söylenemez. Mûsıkî târihimizden bir örnek vereyim. Türk mûsıkîsinin zirve ismi Dede Efendi, Sultan II. Mahmud zamânında, Saray’a Batı’dan gelen müzisyenlerin daha çok iltifat görmesine tepki olarak sanatına yakışan bir bir alınganlıkla “bu işin tadı kaçtı” diyerek ve İstanbul’dan Mekke’ye gitmiş ve orada vefat etmiştir. Elbette zamânımızda, Dede Efendi gibi hassâsiyet gösterecek bir mûsıkî seviyesi beklemek gerçekçi olmaz, ama iyi müziği geri getirmek de seviyenin yavaş yavaş yükseltilmesini gerektirir.
“İyi Dinleyici” Çok Az
Yazının başlığında belirtiğim gibi, şu anda onca konservatuardan yetişmiş yüzlerce sâzende ve hânendemiz var. İsteyen isteği enstrümanı çalmayı öğrenebiliyor. Konservatuarın yanında kurslar, dershâneler, müzik atölyeleri müzik çalıp söylemenin öğrenilmesi için her türlü ihtiyâcı fazlasıyla karşılıyor. Hatta ney, ud, tanbur, klâsik kemençe, bağlama gibi enstrüman yapım atölyeleri, özel girişimcileri tatmin edecek kadar rağbet görüyor. Buralarda kurulan mûsıkî meclisleri, genç neslin müzik kültürü yanında alması gereken terbiyeyi de aktarıyor.
Ancak gelin görün ki, müziğin icra tarafının öğrenilmesinde sâhip olduğumuz zenginlik ve imkânlar, bu müziğin hitap etmesi gereken dinleyici kitlesini ortaya çıkartmakta âciz kalıyor. Neredeyse çalıp söyleyenler, dinleyenlerden daha çok. Cumhurbaşkanlığı Devlet Klâsik Türk Müziği Korosu ve benzeri birkaç koromuzun konserleri hâriç, Türk müziği konserlerinde salonların doluluk oranı, olması gerekenden çok düşük. Restoran sayısının yemek yiyenlerin sayısından fazla olmasındakine benzetebileceğimiz bir tuhaflık var.
Bugün, kültürün yozlaşması konusunda dibe vurmuş durumdayız. “Kültürel iktidar” meselesinin ötesinde, “kültürün iktidârı” açısından zâfiyetlerimiz iyice ortaya çıkmaya başladı. İyi niyetle bakarsak, yukarıda anlattığım sıkıntıların dillendirilmesi, yavaş yavaş yukarı çıkmaya başlamamızın bir tezahürüdür, diyebiliriz. Artık yirmi-yirmi beş yıl öncesinde bizzat benim yaşadığım gibi, Türk mûsıkîsi albümü bulma ve Türk müziği konserine gidebilme gibi bir sorunumuz yok. Şimdi sıra, bin bir emek, zahmet ve fedâkârlıkla piyasaya çıkan ve icra edilen müziği dinleyecek kitlenin yetiştirilmesinde.
Eğitim sistemimizde, “diploma peşinde koşar” ve “sınava hazırlanan” öğrenci profili yetiştirmekten vazgeçmediğimiz sürece bu kitlenin yetişmesi mümkün değil. Müzik dinlemek yerine müziği dinlemeyi öğretmek, müziğin ötesinde bize birbirimizi dinleme becerisi de kazandıracaktır. Bu da, toplumsal iletişim sorunlarımızın çözümü için bir çıkış yolu olabilir.