Evet, günahkâr canlılarız. Zâten bizi insan yapan ve diğer canlılardan ayıran özelliğimiz de bu.
Evet, günahkâr canlılarız. Zâten bizi insan yapan ve diğer canlılardan ayıran özelliğimiz de bu. İçgüdülerimizin yanında bir de irâde var. Diğer canlılarda olmayan bu irâdeyi kullanırken yaptığımız hatâlar bizi günahkâr yapıyor. Neyse ki tövbe şansımız var; tabi bu şansı kullanabilirsek.
Ancak günahkâr olmak, bizi masumiyetten menetmiyor. Nasıl olsa günah işliyoruz, deyip masumiyetimizden vazgeçebilme lüksümüz yok. Günah işlememek imkânsız ama mâsum kalmak bizim elimizde. Bunu bizim kontrolümüze bırakan güç, yine bizim içimizde.
Freud, bu güce “ego” diyor. Egoyu geliştirip eğitirsek “süper ego”ya ulaşıyoruz. Tasavvuf kültürümüz buna, dünyaya beşer olarak gelen insanın “insân-ı kâmil” olması olarak açıklıyor. Yine Freud, egonun bizi mâsumiyetten çıkaran seviyesine “id” diye tanımlıyor. Yâni irâdemizin devre dışı kalıp hayvanlarla ortak yanımızın hayâtımıza hâkim olması. Aklımıza ne gelirse, canımız ne isterse irâdemizi, toplumsal normaları, ahlâkî kuralları bir kenara bırakıp hemen yapmak istiyoruz. Bu, acıkmak, susamak gibi doğal şeyler olabilirken, kütüphânede veya ders sırasında sınıfta konuşmak, tiyatroda telefonla konuşmak, tek şeritli yolda arabayı park etmek, elimizdeki çöpü yere atmak gibi toplumsal kurallara ve bizi sosyal bir canlı yapan normlara aykırı davranmak şeklinde tezâhür edebiliyor.
Bunlar kişisel seviyede olursa, çevreden gelen tepkiyle geri adım atabiliyoruz. (“Sana ne!” tepkisini veren insan görünümlü canlı türlerine burada değinmiyorum.) Hepimiz bunlara benzer yüzlerce örnek verebiliriz. Hatta uyarıldığımızda geri adım attığımız birçok yanlış da yapmışızdır. Günâhın tövbesi gibi, toplumsal yanlışlardan da dönmek bir fazilet örneğidir.
Mâsumiyet ve şehirlerimiz
Günâhın tövbesi oluyor. Hatâdan dönmek oluyor. Ama şehirlerimizdeki hatâlardan nasıl kurtulacağız? Büyük şehirler, insanın üstüne üstüne gelen, insanı ezen, insanı yutan ama hazmedemeyip kusan coğrafya parçaları hâline geldi. Azı dişleri gibi şehirlerin her yanına dikilen gökdelenler ve plazalar, insanı içine alıp parçalıyor. Şehirlerin cadde ve sokakları, sonsuz bağırsaklar gibi içinden çıkamadığımız bir sindirim sistemi gibi. Bu kokuşmuş ortamdan kurtulmak ve “doğa ile baş başa” kalmak için kaçarcasına gidilen “şehrin yanı başındaki” yerler ise kısa sürede bağırsakların parçası hâline geliyor. Bunu biz yapıyoruz. Kaçtığımız şehri, kurtulmak için gittiğimiz yere taşıyoruz.
Anadolu’nun yüz bin civarındaki nüfuslu illerinde, yirmi otuz katlı binâlara gözler alışmış durumda. Gözler mâsumiyetin kaybedildiğine dikkat edemiyor. “Çöp” nedir bilinmeyen köyden şehre göçenler, belediyenin çöp toplama hizmetini bile “ukâla bir aristokrat” şımarıklığıyla kullanıyor ve evsek atığını çöp kutusuna atmak yerine sokağın ortasına bırakıyor. Herkesin bir akşam önce ne yediğini “sürekli sokak bienali” hâlinde görebiliyoruz.
Hani kırsal mâsumdu!
Şehir hayâtının insanı bozduğu iddia edilir. Bence yanlış ve sorumsuz bir iddia. İnsan zâten köyde de bozuk ama bu, şehre gelince ortaya çıkıyor. Şehir, âdeta hatâlı üretilip paketlenmiş bir ürünün açıldığı ve hatâsının görüldüğü yer gibi. Aynı hata o insanlar şehirde değil köyde, kasabada, kırsaldeyken de var. Sâdece bâriz değil, görünürlüğü düşük.
Şehirlerde insanın bozulmuşluğu görünür hâle geliyor. Bozukluk “HD kalitesi” ile ortaya çıkıyor. Köydeki, yayladaki atadan kalma ahşap veya taş evi yıkıp betonarme, havuzlu, yerden ısıtmalı, ankestre mutfaklı, jakuzi banyolu tripleks ev yapanın mâsum olmadığı kırsalda da âşikârdır.
Bir ucundan diğer ucuna on- on beş dakikada gidilecek kadar küçük birçok Anadolu ilinde, ufuk çizgisine kadar uzanan bozkırlar bomboş dururken, yatay mimârî için yeterli arazi varken, iki üç katlı evleri yıkıp yirmi otuz katkı binâlar dikmek artık sâdece İstanbul, Ankara’ya mahsus bir günah değildir. Örnek olarak Çankırı’nın girişindeki gökdelen, Kastamonu’daki “Kastamall” gibi garabetleri verebilirim.
Mâsumiyet artık köyde, kırsalda, kasabada da kalmadı. Anadolu insanının taşıdığı söylenen mâsumiyet, vefanın İstanbul’da bir semt ismine dönüşmesine benzer bir kaderi yaşıyor. 1980’lerde Ege ve Akdeniz sâhillerindeki zeytinlikleri turizmden gelecek “kolay kazanç”a kurban verenler, kendi topraklarında hizmetçi durumuna düştüklerinde pişman olma, tövbe etme şansını çoktan kaybetmişlerdi.
Benzer durum artık Anadolu’nun içlerine kadar yayılmış durumda. Elindeki toprakta tarım yapmaya üşenenler, çifti çubuğu satıp geldikleri şehirlerdeki “müteahhit tuzakları”na düşüp “iki daireden kira alıp rahat yaşama” yalanına kanalı çok uzun zaman olmadı ama az zamanda çok günahlar işlendi. İşin kötüsü bu günahtan tövbe etmeye kimsenin niyeti yok.
Sezai Karakoç’tan
Bu meseleyi Sezai Karakoç, Diriliş Muştusu adlı eserindeki “Âhiret ve Şehir” başlıklı yazısında şöyle dile getirmektedir:
“Çağımızda, kentleşme denen olay, gerçekte bir kentleşme değil, tabiatın ölümünden doğan bir illüzyondur. Tabiat, kent-dışı oluyor ve ordan insanlar kentlere doluşuyorlar. Ancak, bu, sağlıklı bir kentleşme olmadığından giderek kentlerin de ölümüne sebep oluyor. İnsanlar, kentlere, bir kentli olmaya gelmiyorlar, tam tersine kentlere sürülüyorlar. Bir sürgündürler onlar kentte. Giderek, onlardaki bezginlik ve yılgınlık, sürgünlük ruhu, kentleri de zehirlemekte ve öldürmekte. Uygarlıkların anıtlaşmış amaçları olan kentler, amaçsızlığın yıkıntıları haline gelmektedir.”