Güçlü bir kurgunun içindeyiz. Ellerimiz ayaklarımız prangalı. Her şeyi belirleyen o.
Bir tasarının içindeyiz. Oradan bakıyoruz dünyaya. Tasarlayarak, hesaplayarak bakıyoruz. Bakışımızla dünya arasında görmemizi, fark etmemizi engelleyen ince bir perde var. Gökyüzünün inceliklerini, ağaçların rengini, asfaltı, binaları, yaşadığımız evi, balkon demirine konan kuşları ve en önemlisi de insanları; yan masada oturan, karşı dairede ikamet eden, sokakta, şurada burada aynı havayı soluduğumuz insanları, nihayetinde bakış açımızda bulunan şeylerin oluşturduğu kompozisyonu göremiyoruz. Göremiyoruz ve bu körlüğün maliyeti, neden olduğu ziyan oldukça büyük. Çünkü içinde bulunduğumuz zamanı bizden alıp götürüyor. Körlük avucumuzun içinden kayıp giden vakit demek. Giden zamana ise hükmü geçmiyor insanın. Belki de bu yüzden sık sık geriye dönüp bakıyoruz. Nerede o eski bayramlar kalıbında anlamını bulan şey, bayağı bir nostaljinin çok ötesinde, ziyan edilmiş vakte bir mersiyedir belki...
***
Güçlü bir kurgunun içindeyiz. Ellerimiz ayaklarımız prangalı. Her şeyi belirleyen o. İhtiyaçlarımızı ve alışverişlerimizi, değerlerimizi ve kavramlarımızı, davranış biçimimizi ve insan ilişkilerimizi belirliyor. O kurgunun kıymet biçtiği şeyi kıymetli buluyoruz. Oradan bağırarak özgürlük talep ediyoruz. Oradan haykırıp adalet diyoruz. Oradan insan hakları diye naralar atıyoruz. Özgürlük dediğimiz şeyin özgürlükle, adalet dediğimiz şeyin adaletle, insan hakları dediğimizin şeyin ise insan haklarıyla ilişkisizliğini çözemiyoruz. Estetize edilmiş dünyamızda estetize edilmiş taleplerle huzursuzluğumuzu, vicdanımızı bastırmaya çalışıyoruz. Yine de engel olamıyoruz, kabuk bağlamayan yara kanıyor.
Okumayı ve yazmayı önemsiyoruz. Ama okumak bizi tasarılara karşı, kurgulara karşı uyanık kılmıyor. Derinleştirmeyen okuma önyargılarla yoğuruyor kişiyi. Öyle oluyor çoğunlukla. Okuyarak öğretilmiş bir özgürlükle donatılıyoruz. Öğretilmiş öfke ve kinle doluyoruz. Sonrası birden bire yırtılan gökyüzü, birden bire bastıran yağmur ve sel baskını... Sonra öğretilmiş kontrol mekanizmasıyla gerçeğin acı yüzüyle karşılaşmak. Hiçbir şey olmamış gibi umursamaz... Ne var ki umursamazlık olanı ortadan kaldırmıyor.
***
Yıllar önce Ankara'da bir eyleme denk gelmiştim. Kızılay’a çıkan Sakarya Caddesi’nde bir grup toplanmıştı. Çoğunluğu lise öğrencilerinden oluşuyordu. Azınlıkta da kalsalar aralarında üniversiteliler ve orta yaşlılar da vardı. En az o grup kadar polisler etrafta cirit atıyordu. Duruşları, kıyafetleri, ellerdeki pankartlarla siyah beyaz bir fotoğrafın canlanışına şahit oluyorduk. Yürüyüşle birlikte atılan sloganlarla fotoğrafın eksik parçası tamamlanıyordu. Hepsi öfkeli öfkeli slogan atıyordu. Kafamda dolaşan soru şuydu: Lise öğrencilerini bu kadar öfkelendirecek ne olmuştu? Orta yaştakiler tamam, öfke duymalarına neden olacak birçok şey yaşamış olabilirlerdi. Peki ya liseliler... Cevabı bulmak güç değildi. Öğrenilmiş bir öfkeyle daha birer fidan halindeyken doldurulmuşlardı. Mevzuata uygun olarak ağacı yaşken eğmişlerdi. Her biri nefretle yüklü birer bedene dönüştürülmüşlerdi.
***
Kurgu bozulabilir. Doğal afetler; deprem, çığ, toprak kayması veya tsunami kurguyu bozar. Doğal afetlerin yanı sıra kutlu vakitlerin de kurguyu bozan bir tarafı var. Ramazan kurguyu bozan kutlu bir ay. Zamanı an be an idrak etmeye imkan verişi, yeme içme ihtiyacını alışkanlıktan çıkarışı, zihni temizleyen özelliğiyle ramazan o güçlü kurguya vurulmuş büyük bir darbe. İkinci darbe ise, bayram. Geriye bakıp eski bayramları anmak yerine bu bayramın hakkını vermek. Bu bayramın ve bu vaktin. O zaman tasalarla birlikte tasarılar ve kurgular da biter...