Çağımız görüntü çağı.
Çağımız görüntü çağı. Kulaktan daha çok göze, işitmekten ziyade görmeye ayarlı bir çağ. Denklemin özü söz ve görüntü üzerine. Ne var ki, söz değerini yitireli çok oldu. Yerini de görüntü aldı. Peki, bu denklemde sözün hiç mi ederi yok? Sadece söz değil, her unsur görüntüyü güçlendirdikleri oranda bir değer ihtiva eder. Bir şeyin görüntüye gelir yanı yoksa bir anlamı da yoktur. Bu durumda şu yargıya varmak abartı sayılmamalı: Göründüğünüz kadar varsınız. Görünmüyorsanız varlığınızın ederi yoklukla eşdeğer!
***
Burada Timur Taş Hoca'yı anmadan geçmek olmaz (Allah rahmet eylesin!). Bir vaazında kendisine televizyona çıkma imkânı verilmesini istiyordu. Bire bir ifadelerini hatırlamıyorum, hatırlayabildiğim kadarıyla şu anlama gelen sözler kullanıyordu: İmkân verin televizyona çıkayım, İslam'ı anlatayım, onların tezlerini tek tek çürütmezsem beni idam edin...
Meselelere vakıftı. Güçlü bir hitabeti vardı. Çığa karşı duracak dirayete de sahipti. Ama bu anlayışta, televizyonun gücü, dolayısıyla görüntünün gücü de içkindi.
Timur Taş Hoca bugün yaşıyor olsaydı muhtemelen çıkacağı çok sayıda televizyon olurdu. Ancak sonucun öngördüğü gibi olmayacağını fark etmesi de uzun sürmezdi. Çünkü bugün sözünü ettiği imkân ziyadesiyle mevcut. Ve İslam'ı anlatan hocalar var. Ama sonuç göründüğü gibi olmuyor. Timur Taş Hoca özelinde dikkat çekmemiz gereken bir nokta daha var: Hoca fazlasıyla gerçekti, kurguya gelmezdi. Kurguya gelmemesi demek sözü ne kadar güçlü olursa olsun görüntünün önüne geçememesi demekti. Sözün bir değer ifade edebilmesi için mevcut televizyonların dönüştürülebilmesiyle mümkün olabilirdi. Görüntüyü kendiniz kılabilmekle...
***
Bugün mütedeyyin kesimin sahibi olduğu televizyonlar var. Fakat akan görüntülere baktığınızda diğer ekranlardan farkını ayırt etmek imkânsız. Görüntünün hükümdarlığını güçlendirmek üzere yayın yapıyorlar, diğerleri gibi. Daha da kötüsü ekranı dönüştürmek, kendilerine ait kılmak veya kendilerine ait bir dil oluşturmak gibi bir bilinçten ve idrakten de yoksun.
Olan şey kaba bir taklitten ibaret. O kaba/soft taklidin ulaştığı zirve nokta; Kur'an-ı Kerim yarışması. Stüdyosuyla, ışıklarıyla, kameraları kullanış biçimiyle, yarışmacıları, jürinin tutumu ve sunucularıyla tepeden tırnağa taklit ürünü. Taklit sonucu oluşan ortamda ne yarışmacıların, ne jürinin ne de sunucunun bir albenisi, sempatisi var. Bana sorarsanız ziyadesiyle itici. Laboratuvar ortamında Kur'an iklimini yeşertme çabası sadece iyi niyet olarak hoş görülebilir.
***
Sonuçta bu kompozisyonda öne çıkan şey, Kur'an-ı Kerim değil. Aksine Kur'an-ı Kerim üzerinden bir kez daha bizleri kendine meftun kılan görüntü kültürü... Halim selim hafızların ekranı bozan sahicilikleri kendilerini boşluğa düşürürken ağırlıklarını ekran ölçüsüne göre ayarlamaya çalışan jüri üyeleri ağırlıklarıyla birlikte sahiciliklerini de yitirmekten kurtulamıyor. Çoğunluk düne kadar onları bilmiyordu. Bilenlerse ilim adamlığı vasfıyla biliyordu. Artık onları daha çok kimse tanıyacak. Ama bir ekran figürü olarak. Figür olmak kendi bilecekler iş. Ancak Kur'an-ı Kerim'in, özüne aykırı bir tasarının/kurgunun nesnesi haline getirilmesi hepimizi ilgilendiren büyük bir hata. Bir diğer büyük hata ise ekranı, görüntüyü dönüştürmek gibi zor bir işe girişmek yerine kolaya kaçıp mevcut ekranı ve görüntü kültürünü Müslüman halk nezdinde makul hale getirmek. Hangisi daha kötü, kararı siz verin.