İnsan olarak bir mekânı ve bir zamanı kaplarız.
İnsan olarak bir mekânı ve bir zamanı kaplarız. Zaman ve mekânın içinde yaşarız. Yaşama şeklimiz, sahip olduğumuz irade bize bazı imkânlar sunar. Veya sahip olduğumuz bazı imkânlar elimizden kayıp gider. Şöyle demek de mümkün: Yaşadığımız zamana ve mekâna ya nüfuz eder, yolumuzu yürürüz ya da o süreç tarafından belirlenir, o zamanın ve mekânın nüfuzuna geçeriz. Birincisinde irademizle varlığımızı ortaya koyarız. İkincisiyle zamana ve mekâna teslim olur, sel sularının önüne kattığı çerçöpe döneriz...
Peki, bugün bizim durumumuz hangisine daha çok uyuyor? Zamanı ve mekânı belirliyor muyuz, yoksa onlar tarafından belirleniyor muyuz? Bu soruya cevap vermek için sahip olduğumuz ölçü var mı? Varsa şayet, nedir o ölçü?
Eğer pratiği olmayan bir teoriden hareket edeceksek söylenebilecek çok şey var demektir. Ancak paradoksal olarak söyleyeceklerimiz ne kadar çok olursa olsun hiçbiri hayata değmeyecek, dilden dökülen her kelime buharlaşacak, boşlukta sallanacaktır. Bu da öznesi olduğumuz yargılar tarafından mahkûm edildiğimiz anlamına gelir. Demek ki, riayet etmediğimiz bir ölçüyle, bir mizanla ne mekâna ne de zamana rengimizi verebiliyoruz.
Burada cevap vermemiz gereken bir soru daha var. Neden inancımızın, değerlerimizin, ilkelerimizin gereğini yerine getirmiyoruz? Neden konuşmakla yetiniyoruz da yaşamamak çoğumuz için rahatsız edici bir durum bile değil artık.
Sanırım kendimizi kaybettik. Mekânın içinde zamana kapılıp kaybolduk. Zamanın kabullerine, popülaritesine göre şekillenen bir zihin tarafından alıkonulduk çünkü. Hiçbir kavrama yerli yerinde nüfuz edemiyoruz. Konuşmaya başladığımız her kavram zamanın kabullerine göre şekillenmiş zihnin iğvasına uğradı. Haram dediğimizde yasadışı bir şey anlıyoruz. Davranışlarımızın yasal olmasını helal olanla özdeşleştirebiliyoruz. Söz gelimi faizin yasal olması helal olduğu anlamına gelmiyor. Veya her yerde maruz kaldığımız çoğu reklam belli yasallara uygun yapılıyor ama diğer taraftan inancımızla, değerlerimizle çatışıyor. Ancak bir yerden sonra kanıksamış oluyoruz. Çağırdığı dünyayı makul bulmasak da zararsız görmeye başlıyoruz. O dünyaya girmek için çabalıyoruz sonra.
Küreselleşme dendiğinde batılı değerlerin dünya ölçeğinde kanıksanmasını, aynılaşmayı anlamıyoruz mesela. Sahip olunan birtakım nicel imkânı bahşeden olgudan bahsediyoruz. Çağrışımları o denli olumlu. Anladık, incelikleri anlamaya mecalimiz yok. Havalanan savaş uçaklarının, denizleri kuşatan donanmaların, patlayan bombaların da küreselleşmeyle bağını çözemiyoruz.
Küreselleşmenin tadına vardıktan sonra sevinçle uzlaşma diyoruz. Herkesi kendisi olmaktan alıkoyan bir şeyden değil de bayramın gelişinden bahseder gibi... Tolerans diyoruz. İşaret ettiği hiyerarşiyi fark etmeden, kimin kime tolerans gösterdiğini düşünmeden içimiz kıpır kıpır! Hoşgörü dendiğinde kastın seni sen yapan her şeyden soyutlamanı istediklerini...
Bu kaygan zeminde ayakta durmaya çalışanlar yere kapaklanmaktan kurtulamıyor. Orada kaymayı spor belleten gaflet, ayakta durmaya çalışanların yere kapaklanması karşısında dört köşe... İmajlardan, sahteliklerden, biçilen o dar elbiselerden kurtuluş için belki de paradigma dışına çıkmaya cüret etmek gerekiyor. Zamana ve mekâna rengini verebilmek için cüret…