Ölümü, sâdece bir insanın hayâtını biolojik olarak kaybetmesi olarak algılamak, onun kültürel işleyişini görmezden gelmemize sebep olur.
Ölüm, istisnâsız her insan topluluğunun kültüründe yeri olan bir unsurdur. Doğum ile başlayan insan hayâtı, hangi coğrafyada devam ederse etsin ve nasıl bir yaşam tarzına sâhip olursa olsun, ölüm ile son bulmaktadır. İnsanoğlu da kültüre sâhip tek canlı olarak olarak, kendi hayâtının başındaki doğum hadisesi kadar sonundaki ölüm hadisesine de önem vermiştir.
Ölümü, sâdece bir insanın hayâtını biolojik olarak kaybetmesi olarak algılamak, onun kültürel işleyişini görmezden gelmemize sebep olur. Zira ölümün kültürel yönü, hayâtını kaybeden için değil, onu kaydenenler açısından bir önem arz eder. Ölen kişinin gömülme şekli, gömülmeden önce yapılan (yıkıma, mumyalama, süsleme vb.) gibi şeyler, cenâze töreni, mezarlığın yeri, mezarın şekli ve büyüklüğü, mezar taşı, yıldönümlerinde anma törenleri, Müslümanlar kültürlerdeki Yedisi, Kırkı, Elliikisi adıyla bilinen dinî ritüeller gibi birçok unsur ölümün kültürel yanına teşkil eder.
Kültürün güncellenme zarûreti
Ancak bütün bu ölüm kültürünün yanında, kültürün diğer unsurları büyük bir yekün oluşturmaktadır. Yemek, giyim-kuşam, eğitim, eğlence, sağlık, mimârî, ulaşım, süslenme, kurban, tâtil, takvim, evlilik, uzay, savaş, sözlü-yazılı edebiyat, müzik gibi birçok unsur, kültürün mütemmim cüzleridir. Bu birbirini tamamlayan parçaların en hayâtî özelliği de güncelliklerini korumaktır. Güncelliği korumak ise, “atalar kültürü” diye adlandırılan anlayıştan kurtulmakla mümkündür.
Bir bireyin ölen yakınlarını anması ve onların hâtırâsını yaşatması insânî bir davranış ve ihtiyaçtır. O bireyin kimlik ve kişilik oluşumunda etkisi olan insanların mânevî varlığı birey için de gereklidir. Ancak bu ihtiyaç, mânevî çerçeveden çıkıp yaşayan kültüre baskı unsuru olacak hâle getirildiğinde, bu ölen kişiler mânevî hâtıralarının yaşamasını sağlayacak olan canlı kültürü de tehdit eder. Bu tehdidi; bağnazlık, yobazlık, taassup, gericilik, irtica gibi birçok kavramla tanımlamak mümkündür.
Ölen birinin ebedî istirahgâhını bir müracaat merkezi, bir ilham kaynağı hâline getirmek, zamânı o insanın öldüğü günde durdurmaya çalışmak kadar akıldışı bir davranıştır. Bu davranış da, kültürün olumsuz tarafları içinde sıkça rastlanan bir gerçektir. Ancak bu olumsuz gerçeği, tam aksine vazgeçilmez öge olarak algılayıp korumak, bir evi basan haşerata yiyecek vermeye benzer.
Ölene saygı göstermek hem kültürel hem de dinî açıdan insânî bir uygulama olsa da, bu dünyâdaki görevini bitirmiş kişileri, yeni kültürel rolleri dışına çıkarmak, sosyal boyutlara eriştiğinde, toplumsal ölüm hızlanmaktadır. Toplumsal hayâtı canlı tutacak olan kültür, bir mezar ve mezardaki mefta gibi hareketsiz hâle gelmekte ve durağanlaşmaktadır. Hareketsiz kalan bir bedenin kireçlenmesi veya çalıştırılmayan bir makinenin paylanması gibi, toplum “durduğu yerde” ölen bir hâle gelmektedir.
Mezarlardan gelen sesler
Ölüm kültürünü ve ölenlerin arkalarında bıraktıkları insanlar üzerindeki rollerini yanlış okumak, aynı zamanda onların hâtırâsına da zarar vermektedir. Onları bu kadar önemli hâle getiren başarılarını, bıraktıkları yerden devam ettirmek ve ileri götürmek yerine, “nostalji sarhoşluğu” içinde yaşanan romatik duygular, insanlığa âit olan birikiminlerin de yok olmasına sebep olmaktadır. Bunun sonucunda da mezar taşları, mezarlıklar, kabirler karanlıkta yanlarından geçilirken korkulan ve hayattan kopuk yerler hâline gelmektedir.
Mümkün olsa da, mezarların yatan kişileri duyabilsek muhtemelen onlara gösterdiğimiz saygıdan memnun olduklarını söyleyeceklerdir. Ama ne kadar büyürse büyüsün anne-babasına muhtaç olan çocuğun anne-babasına yük olması gibi, mezarlardakiler onlara mânevî yük olmamamızı isteyeceklerdir. Bizim onları aşmamızın onları daha mutlu edeceğini söyleceklerdir. Kendi ayaklarımız üzerinde, kültürümüzü çağın gereklerine göre güncelleyerek ve güçlendirerek devam ettirmemizin huzur için yatmalarını sağladığı hatırlatacaklardır.