Bilgisayar teknolojisinin terminolojisiyle bir benzetme yaparsam, kültürün işletim sistemi, dildir. İşletim sisteminin aksadığı bir bilgisayar programından verim almak nasıl mümkün değilse, aynı şey, kültür için de geçerlidir.
“Kamusa uzanan el, nâmusa uzanmış demektir.” Cemil Meriç’e âit olan bu söz, “kültür meselesi”nin sloganı olmayı hak ediyor. Günümüzde, Çince hâriç, dünyâda en çok konuşulan dillerin hepsi, henüz bağımsız bir lisans hâline gelmemişken, benim bu yazıyı yazmama ve sizin okumanıza imkân veren dil, yâni Türkçe’nin 1074 târihinde sözlüğü vardı. 11. yüzyılda sözlüğü olan bir dilin, geçmişini hesaplamak, Târih ve Arkeoloji bilimlerinin şimdiki imkânlarıyla mümkün değildir. Ne büyük ve benzersiz bir hazinedir ki, Divân-ı Lügât-it Türk isimli bu sözlük, günümüze kadar gelebilmiş ve birçok yayınevi tarafından yayınlanmaktadır. Bu vesileyle, Divân-ı Lügât-it Türk’ün yazarı Kaşgarlı Mahmud’a (1029-1102) ve nâdir nüshalarından birini bulup sâhip çıkan ve satın almak için arkadaşından borç alan Ali Emiri’ye (1857-1924) târihî bir şükran borcumuz olduğunu hatırlatayım.
25 Temmuz 2018 târihli “Türk sinemasında yeni bir dil ihtiyâcı” ve 1 Ağustos 2018 târihli “Kültür, turizmin eşantiyonu mu?” başlıklı yazılarımda dikkatleri çekmek istediğim konu, dil ve kültür idi. Bu yazılara gelen yorum ve eleştirilerden çıkardığım en önemli sonuç şu oldu: Kültür kavramının içeriği ve anlamı konusunda ciddî sorunlar ve yanlış anlamalar var. Kimimiz kültürü, yerli ve yabancı turistin önüne atılacak bir “zoka” olarak görürken, kimimiz her türlü kusurdan arındırıldığı zannedilen, ama doğallığını kaybetmiş ve yapay bir kimlik edinmiş, yüzeysel sanat faaliyetleri zannediyoruz. Daha kötüsü kimimiz, belli târihlerin yıl dönemlerinde yapılan şeyleri kalıplaşmış başlıklar olarak sıralarken, kimimiz severken dövmek veya öldürmek gibi, koruduğumuzu zannederken el sürülmeyecek uzaklıklara koyuyoruz, kapalı kapılar ardına saklıyoruz. En kötüsü var ki, kültür faaliyetlerini devlet protokolüyle fotoğraf çektirme fırsatı olarak görüyoruz. Protokol yoksa, kültürel faaliyete gitmiyoruz.
Hangi Kültür?
Bilgisayar teknolojisinin terminolojisiyle bir benzetme yaparsam, kültürün işletim sistemi, dildir. İşletim sisteminin aksadığı bir bilgisayar programından verim almak nasıl mümkün değilse, aynı şey, kültür için de geçerlidir.
Onca sistematik ve siyâsî müdahaleye rağmen, Türkçe’nin hâlâ ayakta duruyor olması, dilimizin altyapısının güçlü olduğunu göstermektedir. Bu altyapının üstüne istediğimiz kadar kat çıkabiliriz, yeter ki, katlardaki kolon ve kirişler sağlam olsun. Bu da, güncel kelimelerimizin sağlam ve yerel olmasına bağlıdır. Kültür binâmızı ayakta tutan kelimeleri zayıflatmanın yolu ise, dilde sâdeleştirmeyi sürekli kılmak ve dil ustaları olan edebiyatçıları yok saymaktır. Kısacası, sâdeleştirme kamusa, yâni kültürel nâmusa el uzatmaktır. Anadilini konuşurken araya yabancı kelimeler sıkıştırmak ise, en yumuşak ifâdeyle, kültürü tâciz ve istismar etmektir.
Güzel bir örnek olarak söyleyebilirim ki, İngiltere’de Shakespeare’in oyunları sâdeleştirilmez. Olsa olsa uyarlanır. Seyircinin anlaması ve Shakespeare’i öğrenmesi için, değişik teknolojik imkânlar kullanılır. Altyazılar, el kitapçıkları kullanılır. Ama ne Shakespeare ne de İngilizce dili, teknolojiye kurban edilmez. Aksine teknoloji, Shakespeare ve İngiliz diline hizmet eder. Çünkü Churchill’in dediği gibi Birleşik Krallık demek, İngilizce demektir; İngilizce demek, Shakespeare demektir. İngiliz edebiyatına vâkıf olanların çok iyi bildiği gibi, “Shakespeare Sözlüğü” vardır. Shakespeare’in kullandığı kelimelerin anlamları, oyunlarındaki örnek cümlelerle açıklanır. Yâni ansiklopedik ve misalli sözlüktür. Tıpkı Kaşgarlı Mahmud’un 1074’te yazdığı Divân-ı Lügât-it Türk gibi. Ayrıca kültürün kullanılmasına bir örnek olarak, New York’taki Central Park’ın içinde, Shakespeare’ın şiirlerinde adı geçen çiçeklerin bulunduğu “Shakespeare Garden” isimli bir bölüm olduğunu da aklımızın bir kenarına yazalım.
Hangi Sözlük!
Sözlükler sâdece kelime anlamı değil, sözcüklerin kültürel anlamını da taşır. O yüzden kamus, yâni sözlük, namus kadar önemlidir. Başka kültürlerin sözlüklerinden anlam çıkarıp yaşamak, ters yönde araba kullanmak gibidir. O kadar ki, bir süre sonra her iki yön de tıkanır; yâni sosyal iletişim biter. Tıpkı bizim Türkçeyi lâyıkıyla bilmediğimiz için başka yabancı bir dili öğrenmekte zorluk çektiğimiz gibi. Kendi dilimize yaptığımız ihânetin bedelini, hem anadilimiz hem yabancı diller ödetir.
Bu hesap o kadar yüksek olur ki, “Kültür” kavramının anlamını müze, tiyatro veya opera, sanat merkezi binâsı yapmakla sınırlı zannederiz. Müteahhitliği, kültür işi sanırız. Ama bu binâlar boş kalırken, AVM’lerin ve futbol stadyumlarının neden tıklım tıklım olduğunu anlayamayız. Hatta bunun bir “kültür sorunu” olduğunu bile göremeyiz. Kültürel faaliyetlerin pahalı olmasını, uzak olmasını kendi kusurumuza mâzeret yaparız.
İbn Sina der ki!
“İlim ve sanat, iltifat görmediği yeri terk eder.” İbn Sina, bu sözüyle ilim ve sanatın iltifat görmesinin öneminin yanında, bu iltifâtın nasıl olması gerektiğine de dikkat çeker. Yâni ilim ve sanat insanlarıyla nasıl konuşulur? Âlim ve sanatkâra neyle, nasıl, hangi şartlarda hitap edilir? Kısacası, ilim ve sanatın dili nedir?
Sanata İltifat
Sanata iltifat etmeyi ve destek vermeyi, sonradan kazanılan maddî gücü görgüsüzce dağıtmak zannetmek, kültür sözlüğündeki hakaret kelimeleridir. En zor kazanılan kültürel iktidarın stratejisi, gerçek kültür ve sanat insanlarının dilini bilmekle kurulabilir. Fâtih Sultan Mehmet’in yirmi bir yaşında İstanbul’u fethetmesiyle övünürken, onun etrâfındaki sanatçılarla olan iletişimini ve onlara davranışını bilmezsek, göstermelik Fetih kutlamalarından öteye gidemeyiz. Dünya târihinde ismi olan istisnâsız her siyâsî lider, târihteki yerlerini kendi kültür dillerini konuşabilmelerine borçludur.
Churchill, kendisinden üç asır önce yaşamış olan Shakespeare’de (1564-1616) İngiliz kültürünü yeniden kuracak kudret görürken, bizim târihimizde benzer ve fazlası güç ve kudrette nice isimler vardır. Dünyâda hiçbir devlete nasip olmamıştır ki, o devletin başına geçmiş nice isim, şiirler yazıp bunları Divan denilen kitaplarda toplasın, besteler yapsın, güzel yazı alanında çığır açsın, birden fazla enstrümanı virtüöz seviyesinde çalsın. Bunları yapıp şimdi bedenen aramızda olmayanlar, ebedî istirahatgâhlarında bizim ilgi ve alâkamızı bekliyorlar. Bu beklentinin kendileri için olan tarafı sâdece bir El-Fâtiha’dır. Bizim için olan tarafı ise, onlara olan vefa borcumuzu ödemek için bu isimleri eserleriyle günümüzde yaşatmaktır.
Bu isimler ve onların eserleri, bizim kültür dilimizin sözlüğündeki kelimelerdir. O kelimeleri bilmeden 21. yüzyılda kendi hikâyemizi yazmak, kendi bestelerimizi yapmak, kendi filmimizi çekmek mümkün değildir.